17 Şubat 2015 Salı

FOTOĞRAF MAKİNEME YANSIYAN KAR MANZARALARI










PEYGAMBER EFENDİMİZ HZ. MUHAMMED'İN (S.A.S)
VEDA HUTBESİ
 
 

VEDA HUTBESİ 

Ey İnsanlar!
Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha birleşemeyeceğim.

Ashabım!
Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir; her türlü tecavüzden korunmuştur.

Ey Ashabım!
Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakin benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunuşta işitenden daha iyi anlayarak, muhafaza etmiş olur.

Ashabım!
Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu Rebia'nin kan davasıdır.

Ey Ashabım!
Bugün şeytan sizin su topraklarınızda yeniden tesir ve hâkimiyetini kurmak gücünü ebedi surette kaybetmiştir. Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız, bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakininiz!

Ey İnsanlar!
Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkiniz, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkiniz, onların aile yuvasını, sizin hoşlanmadığınız
hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe dövüp, sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları meşru bir şekilde, her türlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.

Ey Mü’minler!
Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah kitabi Kur'an'dır.

Ey Mü'minler!
Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz. Müslüman müslümanın kardeşidir; böylece bütün
Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz başkasına helal değildir. Meğerki gönül hoşluğu ile kendisi vermiş olsun.

Ey Ashabım!
Kendinize de zulmetmeyiniz. Kendinizin de üzerinizde hakki vardır.

Ey İnsanlar!
Cenab-i Hak her hak sahibine, hakkini (Kuran’da) vermiştir. Varise vasiyet etmeğe lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa, ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan nankör, Allah’ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün Müslümanların ilencine uğrasın. Cenab-i Hak, bu gibi insanların ne tevbelerini, ne de adalet ve şahadetlerini kabul eder.

Ey Ashabım!
Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır.
Allah yanında en kıymetli olanınız, ona en çok saygı göstereninizdir. Arabın Arap olmayana
takva ölçüsünden başka bir üstünlüğü yoktur.

Ey Ashabım!
Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz? "Allah’ın elçiliğini ifa ettin, vazifeni yerine
getirdin, bize vasiyet ve öğütte bulundun diye şahadet ederiz!"
(Bunun üzerine Resul-i Ekrem, mübarek şahadet parmağını göğe doğru kaldırarak, sonra da cemaat üzerine çevirip indirerek söyle buyurdu.)

Şahit ol ya Rab! Şahit ol ya Rab! Şahit ol ya Rab!


SANAT DENİLİNCE



SANAT

Yıllar önce, kitap yazmaya karar verdiğim sırada bir arkadaş ortamında bir adamla tanışmış ve ona; öğretmenlerimin beni çok beğendiklerinden, ses oyunculuğumu başarılı bulduklarından, ayrıca yazmayı düşündüğüm öyküyü de (roman) beğendiklerinden bahsetmiştim. Aynı sıralarda bir başka arkadaşımız da müziğe karşı olan duyarlılığından, hatta (burada ismini vermek, kendisini deşifre etmek istemiyorum) ünlü bir ses sanatçısı ile tanıştığından ve birlikte gitar çaldıklarından bile bahsetmişti… Sanata önem veren bir birey olarak ben kendi adıma çok sevinmiş ve o arkadaşa destek vermiştim, tabii o da bana…

Üreten insanı severim. Aradan birkaç zaman geçti ve bu süre zarfında bahsettiğim, arkadaş ortamında tanıdığım o adamı gördüm yine; sürekli etrafımızda olup hiç konuşmuyor ve bizden uzak duruyordu. Mesafeli duruşu, rahatsız edici bakışlarıyla ortamı da geriyordu. Bizde buna bir anlam veremiyorduk; ancak sonrasında anladık ki sebebi kıskançlıkmış. Bir gün karşımıza çıktı ve dedi ki “Sanat kelimesinin anlamını bilmeyen insanlarsanız, bence sözlüğü açıp bir okuyun!” Yasemin F. Kılıçaslan

Şaşırdık tabii ve bende ona dedim ki “Sanat, insanın yeteneklerinin sonucu ortaya çıkan bir eser; bir resim, bir kitap, bir tiyatro, bir şarkı, vb… emek verilen bir olgudur ve belli ki siz bunlardan yoksunsunuz, olanı da hazmedemiyorsunuz…”

Şu sözü hatırlarım hep: “Emeğin değerini, emek vermesini bilenler anlar.”

Böyleleri ile öyle çok karşılaştık ki gerek yakınımızda gerekse uzağımızda; takdir edilmek şöyle dursun; küçümsemeye ve belki de içten içe besledikleri kıskançlığı, çekememezliği kusmaya ça1ıştılar. Ama bir şeyi unuttular; amaçsız, hayalsiz bir gelecek olamaz; bu dünyaya geliş gayemizi unutmamalı, yeteneklerimizi göz ardı etmemeli, duygu ve isteklerimizi, hayallerimizi ve de yeteneklerimizi harcamamalıyız… 

Kesinlikle uzak durduğum insan türü; “İyi ve doğru işler yapmaya çalışan insanları nedenli nedensiz yargılayan, yaptıkları işleri beğenmeyen, küçümsemeye kalkan ve ayakları takılıp düşsün diye önlerine çeşitli engeller koymaya çalışan kimseler; ne büyük hayâsızlık, ne büyük zalimliktir ki bunu yaparken yüzleri bile kızarmıyor!

Böyle insanlarda şunu fark ettim; hayatta bir amacı olmayan, özgüveni gelişmemiş, velhasıl hayata tutunmayan, tutunamayan ya da tutunmak istemeyen kişiler, başkalarının da başarısını görmek istemiyorlar. Tembel bir öğrencinin, başarılı bir sınıf arkadaşının aldığı yüksek notu kıskanması, ona kötü lâkaplar takması gibi… 

Yine birkaç yıl önce kendi aramızda hatıra fotoğrafları çektirdik; o gün derse gelmeyen ve bunun sonucunda fotoğraf çekimine katılamayan ve daha sonra çektiğimiz fotoğrafları gören bir arkadaşımız çıktı, dedi ki (kendine değil de pahallı fotoğraf makinesine güvenen biriydi) “Benim olmadığım nereden belli, fotoğrafların kalitesinden…”

Bende ona dedim ki “Marifet fotoğraf makinesinde değildir, fotoğraf çekmek her şeyden önce bir sanattır…” 

Ve bu sözüme herhangi bir karşılık gelmedi… 

GÖRSEL ESTETİK Ders Kitabı’nın ana sayfasında gördüğüm, okuduğum ve gerçekten de çok etkilendiğim bir yazıyı paylaşmak istiyorum. Yazı, Ülkü Tamer’e ait olup Ara Güler’in fotoğrafçılık ile ilgili sözlerinden ibarettir ve öyle güzel anlatmış ki…


Ne zaman Ara Güler'in adı geçse, aklıma bir olay gelir önce. 
1980'lerin başıydı. Yayınevi yöneticiliği yaptığım dönem... Günün birinde Ara heyecanla daldı odama.
"Ülkü," dedi, "bir kitap hazırladım. Fotoğraf albümü. Hemen bas. Bir milyon satacağız."
"Sen çıldırdın mı?" dedim. "Gazeteler bile bir milyon satmıyor."
Ara hemen yanıtı yapıştırdı:
"O zaman beş bin garanti."

Kitabı bin beş yüz bastık. Yayıncılık yıllarımda bana en büyük kıvanç veren kitaplardan biri oldu.
Bir gün yine heyecanla geldi. Bu kere burnundan soluyordu.
"Hayrola?" dedim.
"Ne adamlar var... Bana soruyorlar. ‘Sen ne marka makineyle fotoğraf çekersin?’ diye. Fotoğraf makineyle mi çekilir! Şimdi en iyi, en gelişmiş daktilo bende olsa en büyük yazar ben mi olurum! Roman daktiloyla mı yazılır!"
Bir an soluklandı.
Gözleriyle kalbini göstererek, "Arkadaş," dedi, "fotoğraf burayla, burayla çekilir. Ben Singer dikiş makinesiyle bile fotoğraf çekerim... Şunlara bak. Alıyorlar Leica'yı, Canon'u, Nikon'u ellerine, yola düşüyorlar. Bir köylü mü gördüler. Dur! İki şipşak, tamam... Koyun sürüsü mü gördüler. Dur! İki şipşak, tamam... Çadır mı gördüler. Dur! İki şipşak, tamam... Ben bir çobanın fotoğrafını çekeceksem, onunla oturmalıyım, birlikte yemek yemeliyim, gece çadırında kalmalıyım... Onu tanımalıyım. Fotoğrafını ancak ondan sonra çekebilirim."
Ara, durup dururken dünyanın en iyi fotoğrafçılarından biri olmamış...

Sabah Gazetesi’nden alınan bir makale; ders kitabımızda paylaşılmış, bende buradaki yazımda paylaşmak istedim…

Sevgiler…



Yasemin F. Kılıçaslan




12 Şubat 2015 Perşembe

ANLADIM...



ANLADIM…



YAŞ 35 (YOLUN YARISI)



  1. 10 yaş öncesi: Hatırlayamadığım kadar eskiydi; babam, annemi yolun ortasında döverek yuvarlıyordu, yanlarında insanlar vardı… Unutamadığım bir manzara olarak belleğime kazındı!
  2. 10 yaş öncesi: Evde film izleniyordu; savaş filmiydi ve iki kötü asker arabalarıyla bir hayvanı eziyor ama umursamıyorlardı, durumu gören ve hayvana yardım etmek isteyen kıza ise saldırıyorlardı!
  3. Yaş 11: Babamın ofisinde, çekmecesinde kötü içerikli resimler bulmuştum…
  4. Yaş 12: Aynı otogara getirmesine rağmen sırf başka otobüsle geldim diye (ki 12 yaşında bir çocuğun tek başına otobüsle bir yerden bir yere gelmesi bile takdire şayandır) otobüsten iner inmez babam beni herkesin içinde dövdü!
  5. Yaş 13: Bir akraba ziyaretiydi; evine gittiğimiz kadın ablama “sen bizim tarafımıza benziyorsun ama kardeşin annene çekmiş” dedi. Eve geldiğimizde ablam anneme şöyle dedi: “Beni güzel buldukları için kendilerine benzetmek istediler ama Derya’yı (beni) sana benzettiler, yani (Derya çok çirkin olduğu için) bu durumda sana “hakaret” etmiş oldular. Annem: “Ya, demek öyle!” diyerek bozulduğunu belirtti. Ve bu diyaloglar geçerken, aslında en büyük hakareti bana yaptıklarını göremediler!
  6. Yaş 14: Bir gün bir arkadaşımın evine gittim; annesi de babası da eğitimli, kültürlü ve kızını sorumluluk bilinciyle yetiştiren bir kadındı; benimle iki arkadaş gibi oturup sohbet ettiler ve ilk kez o gün bir “büyük” ile iki arkadaş gibi sohbet etmenin tadına vardım ve evimdeki eksikliği hissettim… 
  7. Yaş 15: Bir gece annemin çığlıklarıyla uyandım ve yatağımdan sıçradım; baba yine onu dövüyordu, o küçük bedenim ama kocaman kalbimle araya girmeye çalıştım ve burnuma yumruk yedim. 
  8. Yaş 16: Yeni okula başladım; daha ilk tanışmamızda kızın biri bana “Sen hangi mezheptensin?” diye sordu; şaştım kaldım! 
  9. Yaş 17: Sürekli okula gelen ve benimle ilgilenen bir erkek vardı, aramızı yapmaya çalışan bir de kız arkadaşım; çocuğun kötü niyetli olduğunu anladım ve görüşmeyi kestim. O, çok güvendiğim kız arkadaşım ise hakkımda asılsız lâflar çıkararak okuldaki imajımı lekeledi ve herkes hakkımda haksız yere konuşmaya başladı ve o konuşanlar, aslında ahlâksızın önde gideniydi… 
  10. Yaş 18: Çevremdeki en fakir öğrenci bile dershaneye giderken, ben ise arkadaşlarımın beğenmeyip de çöpe attığı test içerikli dergilere göz atarak test çözmeye, bana asla yardımcı olmayan, basit bir kitap bile almayan bir babanın elinde üniversiteye hazırlanmaya çalıştım…
  11. Yaş 19: Uzun yıllar görüşmediğimiz akraba ve aile dostlarıyla bir araya gelmeye başladık ve beni gören herkes “Ne kadar güzel olmuşsun, ablanı bile geçmişsin” dediklerinde, ablam ise “Geçmiş ise geçmiş, ne olacak!” diyordu! 
  12. Yaş 20: Üniversiteyi kazanamadım ve babamdan en ağır hakaretleri işittim… Sonra yeniden hazırlandım, iyi bir puan el ettim ama gitmeme kararı alarak bir yıl daha hazırlanmaya karar verdim… 
  13. Yaş 21: Yalnızlığa mahkûm edilen bedenim, ruhum iyice sıkılmaya, daralmaya başlamıştı ve etrafımda konuşacak, dertleşecek bir tane dahi dostum yoktu. Bütün arkadaşlarım benden uzaktaydı ama onlarla görüşmeme imkân ve “müsaade” yoktu!
  14. Chat servisinde biriyle tanıştım; görünüşte güvenilir, aşırı derecede dindar, iyi bir aile çocuğu… Benimle telefonda bir saat başörtüsü kavgası yapacak kadar inanç sahibi biri ve onunla evlenmeye karar verdim… 
  15. Yaş 22: İnançlı biriyle evlenme ve kapanma fikrini benimsemiştim zira ucunda Hakka yönelmek vardı ama… 

Evde serbest, dışarıda kapalı gezdim, onu mutlu edebilmek için elimden gelenin fazlasını yaptım ama insanların göründüğü gibi olmadığını, kendilerini olduğundan daha farklı gösterebileceğini nereden bilebilirdim… 

  1. Yaş 23: Irkçı, insana değer vermeyen bir aileye gelin gittim. Daha önceki yıl üniversiteye gitmeyip bir yıl daha hazırlanma kararı almakla de büyük hata etmiştim çünkü evlendiğim insan, sınava girmeme izin vermedi! Sonuçta bütün emeklerim heba oldu… Öte yandan herkesçe beğenilen, içeride eşimin gözlerine hitap ederken dışarıda ise kapalı gezen bir hanım olmama rağmen eşim sürekli açık seçik kadınları, kızları anlatır, onları över, onları ne kadar beğendiğinden bahsedip dururdu. Bir gün şehir dışına çıktığında, kız kardeşi bana “Onun gittiği yer turistik, orası piliç kaynıyordur” dedi ve bunu söyleyen, sözde inancı nedeniyle çarşaf giyen bir insandı. Bazı kimselerin dindarlık anlayışı böyleydi işte…
  2. Yaş 24: Beynimde küçük bir problem ortaya çıktı ve tedavi gördüm ve ondan sonra başıma örtü takmaz oldum… 
  3. Yaş 25: Ailemi ziyarete gidiyordum; otogarda idik ve bir süre uzak kalacaktık. Otobüsün yanında bir çift gördüm; adam kadına sımsıkı sarılmıştı, birbirlerine öyle kenetlenmişlerdi ki… Benim eşim ise bana yabancıya sarılır gibi sarılırken aynı zamanda ise otobüse binen yarı çıplak anne ile kızına bakıyordu… 
  4. Yaş 26: Yine bir yıl, beni annemin yanında gönderdi ve iki ay boyunca doğru dürüst arayıp sormadı; sanki başından attığına sevinmiş gibiydi… 
  5. Yaş 27: Eşimden ve ailesinden gitgide uzaklaşırken kendimi geliştirmeye karar vererek artık kendi ayaklarım üzerimde durmak isteme suretiyle eğitim kurslarına başladım…
  6. Yaş 28: Bir gece eşimin kaza haberini aldım, hastaneye gittim ve iki aya yakın orada bir başıma refakatçilik ettim çünkü ailesine haber vermemi istememişti. Ona, elimden geldiğince iyi bakmaya çalışırken o ise gözümün önünde hemşirelere asılıyordu...
  7. Yaş 29: Bir arkadaşı beni hastaneden eve, sonra yine evden alıp hastaneye getirdi; sırf yanına oturdum diye eşim bana kızdı ama kendisi iyileşip hastaneden çıktıktan sonra bir iş arkadaşını (bayan) yanına oturtup evine bıraktı ve bunu tesadüfen öğrendim…
  8. Yaş 30: Yeni başladığım bir kursta birbirinden kıymetli arkadaşlar edinmiştim. Bir gün fotoğraf çektirirken (ki arkadaşlarım efendi insanlardı) biriyle sırt sırta verdik ama sırtımız birbirine değmiyordu bile ve bunu öğrenen eşimden yine bir araba dolusu lâf işittim! Ancak; kendisi evimize yatılı ziyarete gelen ve henüz yeni tanıdığımız gevşek karakterli, olgunluk ve sorumluluktan payını almamış bir genç kızla, üstelik de kapalı bir kız, sarmaş dolaş fotoğraflar çektirmekten geri kalmadı… 
  9. Yaş 31: Uzun yılların ardından hamile kaldım! Hayatımın en berbat dokuz ayıydı; aşerdiğim için neredeyse azar işittiğim, kavgalarla dolu, ilgisiz ve kimi zaman aç kaldığım bir hamilelik… Ağrılarımın tuttuğu bir gece acile gittik, eve döndüğümüzde apartmanın giriş kapısında beklerken karşımızdan açık seçik bir kız geldi ve ben ağrı içinde kıvranırken eşim “elinde anahtarla” kapıyı açmadan o kızı seyretti bir süre. Sonra kız kapıyı içeriden açtı ve eşim beni bırakıp ona “bir güzel” teşekkür etti… Hamileliğimin altıncı ayında da bir kavgamız sırasında eline geçirdiği 37 ekran TV büyüklüğündeki serinleticiyi başıma vurmaya kalktı…
  10. Yaş 32: Doğum yaptım, bir kızım oldu ve ailesinden kimse doğumuma gelmedi. Yedi ay geçtikten sonra gelmek istediler ama eşim istemedi; artık onlarla görüşmek istemediğini söyledi, bende aralarına girmek istemedim… 
  11. Yaş 33: “Senden önce kimseyi sevmedim, benim için ilksin, kötü şeyler yaşadık ama düzeltmeme izin ver” gibi sözlerle beni yıllarca kandıran, her defasında güvenimi sarsan ve en sonunda da “Ben senden önce birine âşıktım ama onu ağabeyime isteyeceklerdi, bu yüzden sevdamı kalbime gömdüm” itirafını yapan ve yıllarca gözümün içine bakarak belki de o kalbine gömdüğü sevdasını düşünen bir insanla evli kaldığım için kendimden bir kez daha nefret ettim… Ayrılmak istedim, yapamadım, ayrılmak için hep doğru zamanı kolladım!
  12. Yaş 34: Eşim büyük bir kaza geçirdi; ailesine haber verip vermeme konusunda tereddütte kaldım ama durumu acildi, kan gerekliydi ve yoğun bakımdaydı. Ailesine haber verdim, geldiler. Kimisi selâm verirken kimisi ise yüzüme bile bakmadan geçip gitti. Yoğun bakıma girmemi istemediler. Bir ordu hâlinde kapı önünde beklerken aralarında yalnızdım ve bunu fark eden bir hanım yanıma geldi ve şöyle dedi: “Yardım ve destek ister misiniz?” “Nasıl yani?” dedim, “Durumunuz fark edilir düzeyde!” dedi. Dönüp etrafıma baktım ve evet, insan ayıran bu koca sülâlenin içinde gerçekten de yalnız olduğumu fark ettim. Bana alınan tavır ise ortadaydı; bana, kendimi oğulları ile aralarına giren bir kara kedi gibi hissettiriyorlardı oysaki durum sandıkları gibi değildi… Ve artık ne yoğun bakımda yatan o adama, ne ailesine ne de hak etmediğim bu hayata katlanamayacağımı düşündüm… Giyimleri, hâl ve hareketleriyle kendilerini belli eden bu ailenin içinde bana yardım elini uzatan bu yabancı kadına ise tek kelime ile hayran kaldım… 

Eşimi servise aldılar; geceleri ben, gündüzleri ise ailesinden fertler kalıyordu ve bir gün ona Geçmiş olsun diye telefon eden arkadaşına “Yanımda ağabeyim kalıyor!” dediğini duydum ve ayrılık fikrim, netlik kazandı. Sesimi arkadaşına duyurmaya çalışarak “Selâm söyle!” diye bağırdım, bunu duyan arkadaşının şaşıran sesini işittim. Tabii eşim de bu duruma bozuldu…

  1. Yaş 35: Ne evliliğe, ne aşka, ne insanlara karşı güveni olmayan bir insana dönüşmeye başlamış, insanlardan uzak kalmaya çalışan ketum bir birey hâline gelmeye başlamıştım ki işte kaderimin kırıldığı yer; tiyatroya başladım… Özellikle drama oyunlarındaki başarım, yıllarca çektiğim acıyı, yürek sancısını ortaya koyuyordu ve yeteneğim, acılarımdan geliyordu…

* Yolun yarısındayım… Boşandım; iyi bir işim, kendimi hayatına adadığım bir kızım ve iyi dostlarım var ama bir eşim, ailem yok ki zaten hiç olmadılar…

Anladım ki:

  1. Madde: Daha anne karnında bile babası tarafından tekmelenen bahtsız bir çocuk olduğumu… Yasemin F. Kılıçaslan
  2. Madde: Bir çocuğun yanında her şeyin izlenemeyeceğini…
  3. Madde: Baba yönünden çok ama çok şansız bir çocuk olduğumu…
  4. Madde: Kendine özgüveni olan bir çocuk olmama rağmen bana herkesin içinde acımadan vuran babamın beni zerre kadar sevmediğini… 
  5. Madde: Ailemin gözünde, duyguları olmayan, önemsiz bir fert olduğumu…
  6. Başka ailelere imrendiğimi ama öyle bir aileye sahip olamama rağmen yinede arkadaşımı kıskanmadığımı… Yasemin F. Kılıçaslan
  7. Madde: Annesini korumaya çalışırken burnuna yediği yumruktan ötürü burun şekli bozulan ve hayatı boyunca bunu çekmek zorunda olan bir insan evladı olduğumu…
  8. Madde: Bazı insanların evlatlarını daha çekirdekten ırkçı yetiştirdiğini…
  9. Madde: Herkesi kendim gibi görüp güvendiğimi, güvendiğim dağlara kar yağdığını ve arkadaş bildiğim insanların aslında kuyumu kazdığını ve erkeklerin güvenilmez olduğunu…
  10. Madde: Rakıya tapan babamın bana basit bir kitap almayacak kadar sevgisiz, insanlıktan uzak, şeref yoksunu bir insan olduğunu… 
  11. Madde: Aile içinde bile kıskançlık olabileceğini ve gerçekten güzel bir insan olduğumu…
  12. Madde: Eğitimime önem vermeyen, bana hiçbir konuda yardımcı olmayan, sanki evladı değilmişim gibi davranan bir babanın elindeki çaresizliğimi… 
  13. Madde: Yalnızlığımı, hayatta hiçbir şeye hakkım olmadığını… 
  14. Madde: Doğruluğa yönelmek istediğimi ve bir kaçış yolu aradığımı ama bunu yanlış yerde aradığımı… 
  15. Madde: İnsanların; İslâm’ı, Dini, Ahlâk’ı, Güzel ve İyi olan her şeyi kullanarak genç ve bunalımlı bir genç kızın boşluğundan yararlanabilecek kadar aslında İnançsız, İslâm’ı bilmeyen, karaktersiz kimseler olabileceğini, dünyanın böyle tiplerle dolu olduğunu…
  16. Madde: İnsanların; beni ezme çabalarını, kafalarına taktıkları başörtüsüne layık olmadıklarını, bir erkeğin eşinin başını kapatıp da başka kadınlara, kızlara kötü gözle, niyetle bakabileceğini; sadakatten uzak, ahlâksız bir erkeğe güvenip onunla evlendiğim için kendimden nefret ettiğimi… 
  17.  Madde: Beynimde çıkan sorundan ötürü tedavi gördüğüm sırada eşimden ayrı kaldığım süre zarfında düşünecek fırsatım olduğunu ve bunun sonucunda “Bir KUL için değil, yalnız ALLAH için” kapanılması gerektiğini ve gelin gittiğin adam ve ailesinden ötürü başörtüsünden soğuduğumu, iyileştikten sonra kendimi tam anlamıyla İslâm’a layık bir KADIN hâline dönüştürüp yeniden kapanabileceğimi… 
  18.  Madde: Ta liseli yıllarımda iken hayal ettiğim gibi “beni seven, beni sayan, gözü benden başkasını görmeyen, sadakatli ve dürüst” bir erkeğe sahip olamadığımı…
  19. Madde: Eşim olacak adamın beni ZERRE kadar umursamadığını ve yokluğumda keyfine baktığını…
  20. Madde: Kimseye bağımlı olamayacağımı, kendi ayaklarım üstünde durmak istediğimi, gösterdiğim itaatkârlığa karşılık ne bir sevgi ne bir şefkat ne de bir takdir gördüğümü; aksine yıprandığımı, hırpalandığımı, içimdeki yaşam sevincinin öldüğünü ve bunun nezdinde sahip olduğum eğitim, kültür ve yeteneklerimi kullanarak iyi işler yapabileceğimi…
  21. Madde: Bir insanın 7’sinde ne ise 70’inde de o olduğunu ve hiçbir zaman sağlıklı ve mutlu bir evliliğimin olamayacağını, eşimin “insanlığımı” hak etmediğini ve kadınlara, kızlara zaafı olduğunu bir kez daha…  Madde: Benden yapmamı istemediği her şeyi aslında kendisinin yaptığını…
  22. Madde: Bencil duygulara sahip olan eşimin, çektirdiğim masum fotoğrafa dil uzatırken kendisinin yeni tanıdığı bir kızla sarmaş dolaş fotoğraflar çektirecek kadar insanlıktan, dinden, doğru yoldan saptığını… 
  23. Madde: Bana değer vermeyen eşimin karnımdaki çocuğa da saygısı, sevgisi olmadığını ve hayatımızın geri kalanının da böyle geçeceğini ve ondan nefret ettiğimi…
  24. Madde: Ailesinin gözünde hiçbir zaman zerre kadar kıymetimin olmadığını bir kez daha…
  25. Madde: Daha ilk tanıdığımda “dindarlığına, doğruluğuna, dürüstlüğüne” inandığım o insanla evlenip tüm bunları çekecek kadar imtihan dünyasında olduğumu, erkeklere kesinlikle güvenmemem gerektiğini… 
  26. Madde: Eşimin, ailesiyle görüşmek istememesinin arkasında yatan ikiyüzlülüğü, ailesini gördüğü an beni bir kalemde silebildiğini, bunu fazlasıyla hissettirdiğini, yalnızlığımın – mutsuzluğumun yabancı kimseler tarafından fark edilebilir düzeyde olduğunu ve İNSANLIĞIN HÂLÂ ÖLMEDİĞİNİ… 
  27. Madde: Asla pes etmediğimi, insanın istediği taktirde her türlü zorluğa göğüs gerebileceğini ve başarabileceğini; kendine güvenen, kendine inanan ve inancını asla yitirmeyen bir insan olduğumu… Başkaları için yaşamayı bırakıp yalnız kendim ve evladım için var olmak istediğimi… ANLADIM! 
Ve en çok da; bazı kimselerin ne çocuk olabildiklerini, ne genç olabildiklerini, hayatlarının bir çırpıda heba olabileceğini, ailenin ne denli önemli bir olgu olduğunu ve sarsılan güvenin bir daha yerine gelmediğini anladım...

Araştırmalarım sonunda edindiğim bilgilerle sadece birkaç madde hâlinde sıraladığım bu metinde, alınacak çok ders olduğunu, yaşanılan çoğu olumsuzluğu yazmadığımı, buna yer ve zaman olmadığını belirtmek isterim… Şu içinde bulunduğumuz gezegende dertsiz, sıkıntısız insan yoktur. Türlü türlü zorluklar ve mücadelelerde yoğrulmuş ömrümüzün içinde kendimize güvenmeyi, kendimizi sevmeyi ve tanıştığımız insanlara karşı dikkatli olmamız gerektiğini, kimseye hak ettiğinden fazla değer vermemeyi; haksızlığa karşı göğüs gerebilecek gücü bize veren ve daima yanımızda olan Rabbimizin bizleri unutmamasını ve yalnız Allah’a inanmamız gerektiğini bilmeliyiz… Din kardeşlerime; gönlünden geçenleri en hayırlı şekilde gerçekleştirebileceği “güzel, hayırlı, huzurlu, mutlu” bir ömür dilerim! 



Yasemin F. Kılıçaslan