sonsuz amor 1 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sonsuz amor 1 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Kasım 2020 Pazartesi

ŞİİR TADINDA “SONSUZ AMOR”

 ŞİİR TADINDA “SONSUZ AMOR”


Evet; yazdığım, yazmakta olduğum serinin adıdır, SONSUZ AMOR
Amor…
Evrenselleşerek bütün dillere kendini kabul ettirmiş bir kelime…

Adını defalarca değiştirdiğim ve Nisan Girdabı adında nihai karar kıldığım ilk kitabımın basımı şerefine yazıyorum bunları…
Öncelikle kitaplardan, yazmaktan, okumaktan bahsedeceğim;
Aramızda yüz binlerce kitapseverin bulunduğu bir dünyada yaşıyoruz, milyonlarca demek isterdim ama diyemiyorum işte, çünkü yaşadıklarım bana şunu öğretti;
İnsanlar, fiyatları 10–15–20 arasında değişmeyen kitaplara verdikleri paraya acıyorlar, ama günde bir paket sigara alıp hem ceplerine hem sağlıklarına zarar verdiklerini göremiyorlar. Ve yahut onlarca, hatta yüzlerce lirayı hiçe sayarak alkollü içecek alıp birkaç dakikada bitirmeyi, yine onlarca liraya fal baktırmayı, israf olarak görmüyorlar…
Boşuna dememişler, “Haram, tatlı gelir…” Tabii haramı sevenlere…
Her şeye para var, ama KİTAP PAHALLI!
            En azından aralarında parasını doğru yere harcayanlar da var. Benim gibi emek vermeyi, üretmeyi seven zanaatçıların en mutlu olduğu gerçek, günümüzde o zanaata saygı duyan, onu anlamaya çalışan kişilerin var olduğunu bilmektir. Bir yazarı en mutlu eden ise günümüzde hâlâ kitabı seven, okuyan kitapseverlerin var olduğunu bilmektir ve ben, kitap okuyan insanlara âşığım, bilhassa gençlere…
Çünkü ben de bir kitap kurduyum. Elimde kitabım, uyuyakaldığım o gecelerimi düşünür kendi kendime gülümserim, ya da elime aldığım kitabı bitirmeden uyuyamadığım, sabahladığım o eski yılları…
Hem okuyup bitirmek istersiniz hem de bittiği için üzülürsünüz çünkü yazılan hikâye, sizi o kadar kendine bağlamıştır ki…
İşte okumanın cilvesi… J

Düşünün, okumak ne büyük bir keyif veriyor insana, ya bir de yazmak…

Ancak, şunu sormadan edemem?
Acaba okuduğumuz kitaplarda, yazarın bize vermek istediği mesajı sahiden alıyor muyuz?
Sonuçta hiçbir yazar ya da bir şair durduk yere yazmak istemez, ya da “nasılsa herkes yazıyor, ben de bir hikâye yazayım, benim de şiirlerim olsun” diyerek yazmaya başlamaz. Şahsen ben böyle düşünüyorum. Nitekim insanı kaleme kâğıda sardıran, onu hayaller âlemine sürükleyen, ona bir şeyler yazdıran sebepler olmadan kimse koskoca bir kitabı yazmayı göze almaz. Kolay değil çünkü burada beynin işlevinden bahsediyoruz. Yazar, ağır işçidir. Zira beynini, hayal gücünü, bilgisini kullanır, öğrendiklerini yazar, yazarken öğrenir…
Belki yaşayamadığı hayallerini kaleme alıyordur, belki hayat hikâyesinin herkes tarafından öğrenilmesini istiyordur, belki de eserler yazıp bunların beyaz perdeye aktarılmasını arzu ediyordur. Bu, herkese göre değişir. Ancak burada önemli bir ortak nokta vardır ki o da hiçbir eserin anlamsız ve niteliksiz olmadığıdır. Burada bir emek söz konusudur; bir hayal gücü, bir gerçeklik. Tıpkı benim romanımdaki gibi…
“Gerçekliğin hayaller ile beslenerek kurgulandığı seri: “SONSUZ AMOR”
Sonsuz Amor Serisi nasıl başladı, neden sadece bir kitap değil de koskoca bir seriye adım atıldı ve bu seride anlatılmak istenen ne? Acaba bu seri aynı kişiler, aynı karakterler ve onların hayatları üzerine mi kurulu, yoksa bu seride farklı hikâyeler mi anlatılıyor?
Bu seri bir şekilde başladı; Nisan Girdabı adı altında kaleme alındı, yazıldı, çizildi, genişletildi, daraltıldı, değiştirildi, üzerinden defalarca geçildi, anlam değişiklikleri yaşandı, hikâyenin akışı değişti, yeni düzenlemeler yapıldı, çok uzun olduğu için hayli kısalttırıldı. Anlam bozuklukları giderilmeye çalışıldı…
Bütün bunlardan ne anlıyoruz?
Her şeyden önce büyük bir emek, bir hayal gücü, gerçekliklerden alınmış ve hayal gücüyle beslenerek ortaya çıkarılmış bir eser…
Bu arada bahsetmeden edemeyeceğim, serinin ilk kitabı olan Nisan Girdabı’nın eski adı, aslında “Aşkı Öğreten Adam” idi…
Evet, yanlış duymadınız, kitabın eski adı “Aşkı Öğreten Adam” idi. Aşkı Öğreten Adam; hayatta tutunacak tek bir dalı dahi kalmadığını düşünen bir genç kızın (Yaren’in), bir gazel gibi savrularak dünyanın belki de en müthiş adamının (Emir’in) kucağına düştüğü romantik - komedi söz konusuydu. Büyük hataların yapıldığı, bu hata zincirlerinin devam ettirildiği, heyecanın tavan yaptığı, romantizm ve komedinin buluştuğu bir hikâyeydi, ama değiştirildi…
Nasıl mı?
Önceki hikâyeye göre yapılan yanlışlar, hatalar hafifletildi, hatalardan dersler alındı, ibretlik olaylara yer verildi; iyi ile kötünün, inançlı ile inançsız arasındaki fark verilmeye çalışıldı. En önemlisi de gerçek bir aşka, sevgiye değinildi; gerçek aşkın bir insana neler yaptırabileceği ki bu konuyu açmak o kadarda kolay da değil zira konuya bir başladık mı alır başını gider…
Devam edecek olursam, bir hatanın başka hatalara yol açtığı bir hikâye yerine, yapılan bu hatalardan ders çıkarılması, “topluma örnek olacak davranışlar sergilenmesi” gibi olumlu özellikler eklendi ve ortaya böyle bir eser çıktı. Altı kitaptan ilki olan “Nisan Girdabı”
Elbette ki bu başlangıcın bir de sonu var, bitmek bilmeyen bir sondan bahsediyorum burada, serili olduğu için…
Burada, (kitabı okuyanlar bilirler) ve bana diyebilirler ki; Yasemin, kader ağlarını ördü ve bu insanlar, yani bu karakterler bir şekilde bir araya geldiler, yaşadılar, güldüler, ağladılar, başlarından muhtelif olaylar geçti ama tüm bunların sonucunda kimseye bir şey olmadı ve mutlu bir sona gelindi. Buraya kadar tamam, ama… Peki, bu adam, yani başkahraman neden birden bire yalnız kaldı? Bu adamın eşine ne oldu, eşi ve çocukları nereye kayboldu, bunun nezdinde bu adamın akrabaları, dostları neden biranda sırra kadem bastılar? Velhasıl kelâm neden böyle bir son yazıldı?
Bunu birkaç cümleyle hülasa etmek istiyorum; öncelikle benim aklımda beş ayrı hikâye vardı; gördüklerim, yaşadıklarım, hayallerim, rüyalarım ve bana ilham veren müzikler…
Düşündüm ve nihaî karara vardım; bu beş hikâyeyi tek bir seride toplamak!
Bir hikâyeyi yazıp bitirirsiniz, olayı bir şekilde noktalarsınız. Sonra aklınızda başka hikâyeler varsa ve zamanınız da varsa onlara başlarsınız, ama bu, takdir edersiniz ki o kadar da kolay değil. Çünkü yeni bir hikâye yazmak demek; yeni karakterler oluşturmak, onlara yeni isimler vermek, yeni statüler, işler, huylar vermek demektir. Ama bu işi tek bir seride toplamak isterseniz, yani bunu amaçlarsanız işiniz daha kolay olacaktır. Nasıl mı? Çünkü karakterler bellidir, onların isimleri, hayat felsefeleri, huyları, suları, zevkleri, vs…
Hikâyede sadece küçük değişikler yaparsınız, belki ufak birkaç ayrıntıyı değiştirirsiniz, birkaç yeni karakter eklersiniz ki eklenen her yeni karakter (iyi olsun kötü olsun) hikâyeye mutlaka ayrı bir anlam kazandıracaktır…
Nisan Girdabı’nı okuyanlar bilirler, kitapta “Agâh” isimli kötü karakterin, Yaren’e ve Emir’e ettiği büyük kötülükler var, burada Agâh’a değinmemin nedeni şu; bu kötü karakter, “Aşkı Öğreten Adam” da yoktu, Nisan Girdabı’nda ortaya çıktı. Görüyorsunuz değil mi, koca bir hikâyeyi yazıp bitirdim, sonra o hikâye değişikliğe uğradı ve yepyeni bir karakter ortaya çıktı…
“Ben bir roman yazdım!” demek, bunları fiile dökmek hiç de kolay değil. Bir hikâyeye başlarken onu önce kafanızda yazıp bitirirsiniz; karakterleriniz bellidir, hikâyenin giriş-gelişme-sonuç bölümleri de bellidir…
Ancak yazmaya başladığınızda bir de bakmışsınız ki araya sizin bile tahmin edemediğiniz yeni karakterler girmiş ve olayın akışı farklılaşmış… Tamam, sonuç zaten bellidir ama sonuca giden yollar muhakkak değişikliğe uğrar. Bu, her zaman böyledir…
Altı kitaptan oluşacak olan Sonsuz Amor’un ilk eseri daha yeni çıktı, ama ben dördüncü kitaptayım, son iki kitap ise kafamda yazılı. Ömrüm yeterse hepsini yayınlatacağım, inşaAllah…
Burada şunu anlatmak istiyorum; yazdığım her eserin başı, sonu benim için bellidir ve asla değişmez ve ben bunu bölümlere ayırırım, hikâyeyi bölümlere bölerek bir oluş sırası çizerim. Bazen yazarken kendini öyle kaptırırım ki bitirmiş olduğum bölümü açıp okuduğum zaman şaşar kalırım. “Allah Allah!” derim kendi kendime, “ben mi bu hikâyeyi kontrol ediyorum, yoksa o mu beni kontrol ediyor?”
Gerçek şu ki özellikle “gelişme” bölümüne geldiğinizde bunu daha iyi anlıyorsunuz, hikâyeyi yazarken kontrol sizden çıkıyor ve sizin bile tahmin etmediğiniz kişiler biranda ekleniveriyor, hikâyenin akışı küçük değişimlere uğruyor ve gördükleriniz karşısında şaşakalıyorsunuz; “Bunu ben mi yazdım?” diye soruyorsunuz kendi kendinize? Ama bu, o kadar müthiş bir duygu ki ancak yaşayan bilir… J
Tabii bunlar bana göre yazarlığın cilveleri, yazarı mutlu eden ve onu yazmaya karşı şevklendiren olgular…
Evet, konuyu yeniden toparlamak gerekirse…
Tekrar Nisan Girdabı’na dönmek istiyorum; ben kendimce bir şeyler yazdım, vermek istediğim mesajlar elbette ki var, alan alır, almayan almaz çünkü insanlar birbirlerinden farklıdır, sen minik bir dörtlük yazar, okursun, bunu bin kişi okudu diyelim, emin olun ki ortaya bin farklı yorum çıkar. İnsanların algılayışları o kadar farklıdır ki bazı kimseler olayları yüzeysel geçerken bazıları ise derinlere inmeyi, okuduklarını özümsemeyi severler. Ben de öyleyim; derinlere dalmayı, olayları özümsemeyi severim. Her şeyden önce emeğe büyük saygı duyarım! Okuduğumu ya da okuduğum eserin yazarını, şairini sevmek zorunda değilim ama emeğine de asla saygısızlık etmem.  Ne anlatmak istemiş, anlamaya ve gerekirse onun ağzından dinlemeye çalışırım…
Unutmadan, burada değinmek istediğim önemli bir nokta var; o da kitabın arka kapağındaki yazı…
Kitabı okuyanlar arka kapaktaki sözün neden yazıldığını az çok tahmin ederler, ama burada açıklamak istediğim, benim için son derece mühim olan hassas bir nokta var. Buna şu şekilde açıklık getirmek istiyorum; kapak tasarımlarını, yerleşme şekillerini belirlerken arka kapakta aslında denizi gören çiçekli bir teras, terasta korkuluğa tutunmuş bir genç kız ve ona tutkuyla bakan bir adam ve şu sözlerin geçmesini istedim:
Gönlüme doğan GÜNEŞİM,
Yüreğime dolan YAĞMURUM,
Gönül göğümdeki YILDIZIM,
Yüzümü okşayan YAPRAĞIM,
Gönül sarayımdaki YARENAY’IM...
Seni her gün bıkma­dan, usanmadan; yeniden severek, özleyerek beklerim...
Ne harika, değil mi? Romantik, tutkulu, ezelî ve ebedî bir aşk, bir amor… Sonsuz Amor…
Üstelik bu söz, seriye damgasını vuran bir söz idi. Ama yayın koordinatörüm bana “sadelikten yana olduklarını, bunun olmayacağını,” söyledi. Ben de arka kapağı değiştirmeye karar verdim, bu kez seriye değil de finale damgasını vuracak bir fotoğraf seçmek suretiyle bir çöl fotoğrafı belirledim, üzerinde yine bir girdap ve şu sözler geçiyor:
Tarih kendini tekrarlayacak...
Bastığın her yer kana bulanacak...
Bir kadın bir erkek çocuk hayattan kopacak…

Aslında oldukça romantik, şiirsel, tutkulu ve gerçek bir aşkı anlattığım bir kitabın arka kapağında bu yazının olması, kitabı okumak isteyenlere şu soruyu sorduruyor: “Biz bu kitabın içeriğini bilmiyoruz, almak istiyoruz ama arka kapaktaki fotoğraf ve yazı bizi korkutuyor, acaba hikâye çok mu kanlı? Buyurun buradan yakın!
Bu soruyla karşılaşmak, bana bu yazıyı yazdırmaktaki en büyük etkenlerden biridir. Lütfen, beni ve eserlerimi takip edenler bu yazıyı dikkate alarak okusunlar ve beni dikkatle dinlesinler…
Nisan Girdabı’nın haricinde, önümüzde dört kitap var, final ile birlikte beş…
Evet, arka kapaktaki yazı gerçekten ürkütücü, ama gerçek…
Kitabın sonlarında geçen bir cümle ve kitabı okuyup bitirenler eminim ki kahramanlarımızın ayrılmasını, birbirlerinden kopmalarını ya da başlarına kanlı bir takım işler gelmesini istemezler. Bunu biliyorum, çünkü kitabı bitirip de bana “Bu nasıl bir hayal gücü, bu nasıl büyük bir aşk, müthiş…” karşılığını veriyorlar. Hayal gücümden ve anlattığım aşktan öyle etkilenmişler ki kitabım daha yeni çıkmasına rağmen bana ikinci kitabın ne zaman çıkacağını sormaya başladılar. Bu, pek tabii gurur verici, ama sabır da gerektiren bir durum; ikinci kitap elbette ki çıkacak ama ondan önce ilk kitabın büyük kitlere ulaşması gerekiyor. İyice tanınması, alınması ve okunması gerekiyor…
İnşaAllah…
İki kapak arasında farkı görebildiniz, değil mi?
Biri ne kadar romantik ise diğeri o kadar ürkütücü…
İnsanların endişe duyması ve kitabı satın alırken ikilemde kalması çok normal. Bu yüzden ben de kendi çabalarımla okuyuculara ulaşmaya çalışıyor, kitabı almaktan korkmamaları gerektiğini anlatan yazılar, fotoğraflar paylaşıyorum. Şundan eminim, insanların içsel rahatlaması, ancak ikinci kitap yayınlandıktan sonra mümkün olacak zira ikinci kitabın arka kapağındaki yazı, okuyucularımı daha büyük bir meraka sokarak onlara müthiş finali düşündürecek. İkinci kitabın arka kapağında yer alacak olan yazıda kahramanlarımızın aslında ölmeyeceği, sadece öldüklerinin sanıldığına dair minik bir yazı bulunacak…
Düşünün ki birini çok seviyorsunuz, yıllarınızı onunla geçiriyorsunuz ve öyle bir an geliyor ki onu kaybediyorsunuz. İşin kötü yanı ne eşinizi ne de aşkınızın meyvesi olan çocuğunuzu son yolculuklarına bile uğurlayamıyorsunuz, çünkü kayıplar…
Ama siz, onların öldüklerini sanıyorsunuz…
Peki ya sonrası?
Kafa karıştırıcı olduğunu biliyorum. Zaten benim amacım da bu; “Okuyucumun aklını almak…” J
Yazmak böyle bir şeydir işte…
Amaç; okuyucunun heyecanını, merakını daima zirvede tutmak, ona bu hikâyeyi sevdirmektir…
Gerçek aşkı öğrenmek istiyorsanız,
Sonsuz Amor’a başlayın…
Sonsuz Amor 1 “Nisan Girdabı”

Unutulmuş değerlerin yeniden hatırlanması duasıyla. Şimdilik hoşça kalın... ♥

Fatma Elmas Sultan

SONSUZ AMOR 1 “NİSAN GİRDABI” (HİKÂYENİN BAŞKAHRAMANI ♥EMİR♥)

 SONSUZ AMOR 1 “NİSAN GİRDABI” (EMİR…)


            26 Nisan’la başlayan bir serüvenden bahsedeceğim sizlere…
Emir’in serüveni…
26 Nisan öyle bir tarih ki iki insanın hayatını kökünden değiştiren, onları bir araya getiren ama yine ayıran, gizemli bir tarih…
            Nisan yağmurları meşhurdur, bilirsiniz. Hele bir de girdap oluşursa…
Ama Nisan yağmurları deyip geçmeyin, belki de kaderiniz, o tarihin içinden çıkıp gelecektir ya da sizi bir yerlerde bekliyordur, bilemezsiniz…
            Hayat, öyle sürprizlerle dolu ki her an kimlerle tanışacağımızı, neler yaşayacağımızı bilemeyiz…
Emir de bilmiyordu; New York Manhattan’dan Türkiye’ye, Antalya’ya dönerken kötü hava şartları nedeniyle İzmir’e, Adnan Menderes Havalimanı’na inmek zorunda kalacağını tahmin bile edemezdi. Ya da İzmir’in yakınlarında bulunan; doğup büyüdüğü, çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği, soyadıyla bütünleşmiş büyük Kırhan Çiftliği’ne giderken rastladığı bir mezarlıkta, üç taze mezarın başında ağlayan o hüzünlü kızın, aslında kaderi olduğunu da bilemezdi…
Hayat ne garip, değil mi?
Doğruyoruz, büyüyoruz, okuyoruz, bir gelecek sahibi olmaya çalışıyoruz, çabalıyoruz, âşık olmayı ve doğru insanın karşımıza çıkmasını umuyoruz, bekliyoruz… Belki de o kişi bir yerlerde karşımıza çıkıyor, ama bunu bilmiyoruz, fark etmiyoruz, görmüyoruz…
Emir de bilmiyordu; bilmeden o hüzünlü bakıp içlendi ve yanından geçip giderek Kırhan Çiftliğe ulaştı. Oraya vardığında, çevresine bilgeliğiyle nam salmış bilge Arif’in ona “kaderini” anlatacağını nereden bilebilirdi. Emir için 26 Nisan, sürprizlerle dolu bir yolculuk olacaktı…
26 Nisan… Nisan Girdabı… Birinci Nisan Girdabı…
Evet, ne Nisan yağmurları, ne uçağın İzmir’e inişi, ne Emir’in Antalya yolcuğunu ertelemesi ve İzmir’de kalarak doğup büyüdüğü çiftliğe gitmesi, ne yolda rastladığı o kız, ne de manevî babası olan bilge Arif’in ona söyledikleri rastlantıydı… Hikâyemize damgasını vuran o söz gibi: “Rastlantı diye bir şey yoktur, rastlantı sandıklarımız, aslında kaderimizi bir parçasıdır…”
Her şey sebepler dâhilinde gelişir;
26 Nisan günü havanın kötü olması Emir’in İzmir’de kalmasına sebep oldu, çiftliğe giderken arabasının mezarlığın yanında bozulması da Yaren’i görmesine sebep oldu. En önemlisi, çiftliğe gitmesi de bilge Arif’le konuşmasına, ondan kaderini öğrenmesine sebep oldu ve bilge Arif, ona hayatına girecek olan kızı anlattı ve onun oraya gelişinin asla basit tesadüflerden ibaret olmadığını vurguladı…
Ancak Emir’e öyle bir şey söylemişti ki; Emir için bu, inanılması güç ve heyecanın tavan yaptığı bir hakikatti; o da hayatına girecek olan kızdaki büyük işaret… Sadece onda var olan, onu diğer insanlardan ayıran müthiş bir özellikti bu ve Emir, kaderini o işaret sayesinde tanıyabilecekti…
Peki, tabii bilge Arif’in Emir’e söylemediği hakikatler de vardı; ne mi? Yaren’le ilgili gördüğü, onun tehlikede olduğunu gösteren bir işaret daha vardı. Peki ya bilge Arif, Emir’e bunu söyleyecek miydi, peki ya ne zaman? Ve Emir, bunu öğrendiğinde Yaren’i o tehlikeden koruyabilecek miydi? Yaren’i tehlikeye atan o hakikat ne idi ya da kimdi?
Emir için 26 Nisan, büyük bir serüvenin başlangıcıydı. Kapıldığı Nisan girdabı, ona hayatının aşkını getirecekti ama sonrası da vardı elbet. Zira bu, birinci Nisan Girdabıydı. Oysa Emir’in önünde bir girdap daha bulunuyordu…

İlk Nisan girdabında hayatının aşkını bulan Emir, ikinci Nisan girdabında onu gizemli bir şekilde yitirmenin şaşkınlığını yaşayacaktı. Ve bu, yepyeni bir serüvene yelken açması anlamını taşıyordu…

SONSUZ AMOR 1 – NİSAN GİRDABI ♥ Kahramanlarımızı tanıyalım…

 SONSUZ AMOR 1 – NİSAN GİRDABI


Kahramanlarımızı tanıyalım…

İyisiyle kötüsüyle kimleri okuyacağımızı kısaca bilelim:

EMİR: Tam kırk yaşında bakımlı, sportmen, espritüel, inanılmaz yakışıklı, esmer, uzun saçlı, rikkatli, şairane, inançlı, feleğin çemberinden geçmiş, emek vermesini ve sevmesini bilen bir beyefendi…
♥♥♥
YAREN: Kumral, beline dökülen su gibi saçları ve kahverengi, iri gözleriyle dikkat çeken 25 yaşında genç, güzel bir kız. Kıvrımlı vücuduna yakışanı bilen, hisli bir yüreğe sahip, dost ve akrabalık ilişkilerine bağlı özü sözü bir, fedakâr biri…
♥♥♥
ARİF: Bilgeliğiyle çevresine nam salmış, inançlı, namazlarını kaçırmayan, Emir’e manevî babalık yapan, Kırhan Çiftliğin sözü geçen yaşlı çınarı…
♥♥♥
NERİMAN: Arif’in kırk yıllık hayat arkadaşı; hiç çocuğu olmamış ama Emir’i öz oğlu gibi sevip kollamış, ona en iyisini pişirmek, yedirmek isteyen, ona kol kanat geren tatlı dilli, elleri nafta tutan bir ihtiyar…
♥♥♥
MÜMTAZ: Yaren’in amcası; akrabalık ilişkilerine önem veren, ölen kardeşi Nurkan’dan yadigâr kalan kızına kendi kızı gibi kol kanat geren, inanç sahibi, Mevleviliğe yönelmiş, tatlı yüzlü, neşeli bir adam…
♥♥♥
LEYLA: Yaren’in yengesi; yeşil gözleri her zaman güzel bakan, yüreğinde insan sevgisi, hoşgörüsü, mükemmel ev hanımlığı, hayat arkadaşlığı ve güzel yemekleriyle gönüllere taht kurmuş bir hanım…
♥♥♥
SALİHA-ZELİHA: Mümtaz ve Leyla’nın geç sahip oldukları on beş yaşındaki ikiz kızları. İkisi de esmer, babaları gibi kahverengi gözlü, beşaretli kızlar. Yaren’i öz ablaları gibi görüp seviyorlar. Eş zamanlı konuşmalarıyla çevrelerine renk katıyorlar…
♥♥♥
MELİKE: Yaren’den bir yaş büyük, onunla beraber büyümüş, onu kendinden bile çok seven, gözeten; kahverengi buklelere ve balköpüğü gözlere sahip, balıketli, boylu, anaç bir genç kız. Ayrıca Yaren’le zaman zaman yaptıkları eş zamanlı konuşmaları nedeniyle özellikle Hakan’ın diline “Senkronize Kardeşler” olarak düşmüşler…
♥♥♥
GÖKHAN: Yaren’le aynı yaşta, aynı sınıfta okumuş, ormanları kıskandıran gözleriyle dikkat çeken, orta boylu, normal bir vücuda sahip, yakışıklı; biraz ketum, duygularını kendine saklayan, fazla konuşmayan, karşılıksız bir aşka düşmüş; kardeşini daima sevip kollayan, onu her zaman kötülüklere karşı alıkoymaya çabalamış mükemmel bir ağabey. Çevreci ve milliyetçiliğinin yanı sıra kendini müziğe adamaya hazır, geleceğin ünlü gitaristi ve solisti…
♥♥♥
HAKAN: Gökhan’ın yegâne kardeşi; grubun en küçük üyesi. Henüz 23’ünde; fıldır fıldır ela gözlere sahip, çevresinde “zıpır” olarak adlandırılan, ince, uzun, sıska, şakacı, sevimli bir delikanlı. İyi özelliklerinin yanı sıra biraz da tehlikeli, zira paraya ve kâğıt oyunlarına karşı düşkün. Tıpkı ağabeyi gibi o da müzikle uğraşıyor…
♥♥♥
ŞİRİN: Yakamoz tatil Köyü’nün prensesi… 23’ünde; sarı kıvırcık saçlara, çimen gözlere sahip, ufak tefek, anne ve babasını dört yaşındayken yitirmiş; buna rağmen hayat dolu, şakacı, zıpır, muzip, bir o kadar da sevecen, hisli, duygusal ve cici bir genç kız. Amerika’da okuyor. İyi bir turizmci!
♥♥♥
MAZHAR: Antalya’nın en güzel yerinde, soyadıyla bütünleşmiş Etil Otel’i işleten, avukatlık mesleğini terk etmiş, eşinden boşanmış, entelektüel bir adam. Emir’in çok yakın bir arkadaşı. Orta boylu, hafif toplu, ela gözlü, içi dışı bir, oldukça yardımsever biri…
♥♥♥
MİRALAY: Emir’den bir yaş büyük, üniversiteli yıllarından kalma, hâlâ görüştüğü, Antalya’da müzik dükkânı işleten, gitar eğitimi veren; ideal boyda, ideal kiloda, kumral ve balköpüğü gözlere sahip çok güleç yüzlü, tatlı mı tatlı bir adam. Müge adında çok sevdiği bir eşi ve Mine adında beş yaşında bir kızı var. İkinci kızı Sahra ise yolda… Başkaca “Yakamoz Dörtlüsü” grubunun kurucusu…
♥♥♥
EKREM: Emir’in maziye gömmek zorunda kaldığı, üniversiteli yıllarından kalma ve dağılan Yakamoz Dörtlüsü adlı kurdukları büyük, müzik grubunun gitaristi. İstanbul’da psikolôg. Kırlarmış saçları, orta boyu, sevecen yaklaşımı, tatlı dili ve dostluğa çok önem veren biri…
♥♥♥
TOLGA: Emir’in üç kadim dostundan biri; dağılan Yakamoz Dörtlüsü’nün ikinci solisti ve bateristi. Gitar çalmak, onun için bir tutku. Geçmiş zamanlarda çevresine çapkınlığıyla nam salmış esmer, oldukça uzun boylu, yanık tenli, kahverengi, iri gözlere sahip, acayip esprili biri… Adının çok geçmesine rağmen, hikayede nerede ortaya çıkacağı belli olmayan, nerede yaşadığı, nasıl bir hayat sürdüğü bilinmeyen ve özlem duyulan eski bir dost. Ayrıca ilk görüşte Diana’ya âşık oluyor…
♥♥♥
DİANA-DİLARA: Otuzlu yaşlarda kumral, yeşil gözlü, hayat tecrübesi yüksek, dostane, sevimli Türkçesi ve sempatik tavırlarıyla kendini sevdiren bir İtalyan. Gitar çalmak en büyük tutkusu. Amerika’da yaşıyor, ayrıca Antalya’da tatil yapmaya bayılıyor. İlk görüşte Tolga’ya âşık oluyor…
♥♥♥
SULHİ: Yakamoz Tatil Köyü’nün üç resepsiyon memurundan biri. Geceleri resepsiyona bakıyor. 24 yaşında, çakır mavisi gözlere sahip yakışıklı, yapılı bir vücuda sahip; duygusal, inançlı bir genç. Hep polis olmayı hayal etmiş ama nasip olmamış. Daha ilk görüşte Melike’ye tutuluyor…
♥♥♥
CENK: Yakamoz Tatil Köyü’nün kara çocuğu; esmer, zayıf, kara gözlü, esprili, dostane ve Emir için bir kardeşten farksız. Plâjda bulunan Yakamoz Bar’a bakıyor, sonra havuz başındaki muhteşem bara geçecek. Mesai arkadaşı Sude’yle beraber çalışıyor. Yaren’e kardeşlik duygularıyla yaklaşan, ayrıca Emir’in görevlendirdiği gizli koruma…
♥♥♥
SUDE: Yakamoz tatil Köyü’nün 18 yaşındaki stajyeri. Ufak tefek, çekik ela gözlere sahip tatlı bir kız. Cenk’le beraber havuz başı barda çalışırken, Hakan’ı görüp ona âşık oluyor…
♥♥♥
ORÇUN: Yakamoz Tatil Köyü’nde, hem okuyup hem para kazanan gencecik bir delikanlı; gitar tutkunu, ayrıca Emir’in özel bahçıvanı…
TUNA: Yakamoz tatil Köyü’nün Personel Müdürü.
♥♥♥
AYVAZ: Resepsiyon şefi; temiz yüzlü, bakımlı genç bir adam.
♥♥♥
IRAZ: Personel şefi; oldukça ciddî görünümlü, sert konuşan bir adam.
♥♥♥
HÜDAYİ – AFİTAP KIRHAN: Emir’in aristokrat ebeveynleri. Emir, ailesi için Antalya yakınlarına bir hayrat çeşmesi yaptırmıştır…
♥♥♥
ŞEYMA - REFİK: Kırhan ailesinden, ölen iki özel insan…
♥♥♥
PERİYÂR: Yaren’in trafik kazasında kaybettiği annesi…
♥♥♥
NURKAN: Yaren’in trafik kazasında kaybettiği babası…
♥♥♥
YAĞIZ: Yaren’in canı, ciğeri, trafik kazasında kaybettiği, henüz 14’ünde ölen erkek kardeşi…
MELİSA: Açık kumral, ablak suratlı, mavi gözlere sahip, Tunuslu bir adamın terk ettiği eşi. Emir’in can düşmanı…
AGÂH: Esmer, kara kaşlı, kara gözlü, Tunuslu, can düşman…
FERDA: Orta boylu, ela gözlü, kısa saçlı bir genç kız. Agâh’ın sevgilisi. Paraya muhtaçlığı nedeniyle kötü işler yaptırılan bir genç kız. Ancak ruhu değişime müsait…
♥♥♥
BADE: Mazhar’ın eski eşi…
♥♥♥
İLHAM: İKİNCİ NİSAN GİRDABI’NDA ortaya çıkıyor. Zayıf, çıtkırıldım, orta boylu, küçük, yuvarlak hatlı bir yüze, yine küçük kahverengi gözlere sahip, şan bölümünde okuyan eşsiz sesiyle üne kavuşacak olan bir genç kız…
♥♥♥
FÜSUN: Kenan’ın büyük aşkı… Yaren’in Emir’e açıklayacağı, İKİNCİ NİSAN GİRDABI’NDA ortaya çıkan; orta boylu, Yaren’e olan benzerliğiyle dikkat çeken; ela gözlere, dalgalı saçlara sahip, şiirden hoşlanan, hikayenin gizemli kızı… En önemlisi, gerçek kimliği bu değil…
♥♥♥
KENAN: “Geçmiş Gelen Ölü Âşık”
Gökhan’ın en yakın arkadaşı. İri, ela gözlü, yapılı bir genç adam… Hikâyeye biranda damgasını vuracak olan Kenan, gizemini koruyacaktır… Müthiş finalin başkahraman adayı olmasının yanı sıra tıpkı Füsun gibi o da İKİNCİ NİSAN GİRDABI’NDA ortaya çıkıyor. En önemlisi, gerçek kimliği bu değil…


İYİ OKUMALAR…

SONSUZ AMOR 1 - NİSAN GİRDABI (BU, SADECE BİR BAŞLANGIÇ...)

 












9 Eylül 2019 Pazartesi

Hazreti Mevlana'nın Hazreti Şems'e Yazdığı Şiir ve Hikayesi

Hazreti Mevlana'nın Hazreti Şems'e yazdığı şiir ve hikayesi


Mevlânâ,Şems ile Konya'da buluştuğu zaman tamamıyle kemale ermiş bir şahsiyetti.

Şems, Mevlanâ'ya ayna oldu. Mevlânâ, Şems'in aynasında gördüğü kendi eşssiz güzelline hayran oldu. Diğer bir ifadeyle Mevlânâ, gönlündeki Allah aşkını Şems'te yaşattı. Mevlânâ'nın Şems'e olan sevgisi,Allah'a olan aşkının ölçüsüdür.

Çünkü Mevlânâ,Şems'te Allah cemalinin parlak tecellilerini görüyordu.Mevl'anâ açılmak üzere olan bir güldü. Şems ona bir nesim oldu. Mevlânâ bir aşk şarabı idi,Şems ona kadeh oldu. Mevlânâ zaten büyüktü,Şems onda bir gidiş,bir neşve değişikliği yaptı.Mevlânâ ile Şems üzerine söz tükenmez.
Son söz olarak şöyle söyleyelim,Şems Mevlânâ'yı ateşledi,ama karşısında öyle bir volkan tutuştu ki,alevleri içinde kendi de yandı.

ŞEMS-İ TEBRİZİ HAZRETLERİ'NİN KONYA'DAN AYRILIŞI


Şems ile buluşan Mevlânâ,artık vartini Şems'in sohpetlerine hasretmiş,Şems'in nurlarına gömülüp gitmiş,artık bambaşka bir aleme girmişti.Şems'in cazibesinden yana yana dönüyor,ilahi aşkla kendinden geçercesine Sema ediyordu.Bu iki dostun sohpetlerindeki mukaddes sırrı idraktan aciz olanlar,ileri geri konuşmaya başladılar.Neticede Şems,incindi ve Mevlânâ'nın yalvarmalarına rağmen Konya'dan şama gitti.(14 mart 1246 perşembe)

HAZRETİ ŞEMS'İN KONYA'YA DÖNÜŞÜ


Şems'in ayrılığından derin bir ızdıraba düşen Mevlânâ, manzum olarak yazdığı güzel bir mektubu,Sultan Veled'in başkanlığını yaptığı bir kafileyle Şam'a,Şems'e gönderdi.Sultan Veled kafilesiyle Şam'a vardı,Şems'i buldu ve babasının davet mektubunu,hediyelerle birlikte saygıyla Şems'e sundu.Şems,''Muhammedi tavırlı ve ahlaklı Mevlânâ'nın aezusu kafidir.Onun sözünden ve işaretinden nasıl çıkabilir''diyerek,Mevlânâ'nın davetine icabet etti ve 1247'de Sultan Veled'in kafilesiyle,Konya'ya döndü.

HAZRETİ ŞEMS'İN KAYBOLUŞU


Şems'in Konya'ya gelişine herkez sevindi.Mevlânâ'da hasretin sıkıntılarından kurtuldu.Artık Şemsin şerefine ziyafetler verildi,sema meclisleri tertip edildi.Fakat huzurla,muhabbetle,dostluk içinde süren günler pek fazla sürmedi,dedikodular ve can sıkısı durumlar yeniden başladı.Şems, o dedikoducu topluluğun yine kinle dolduğunu,gönüllerinden sevginin uçup gittiğini,akıllarının nefislerine esir olduğunu anladı ve kendisini ortadan kaldırmaya çaşıltıklarını bildi,Sultan Veled'e dediki: Gördün ya azgınlıkta yine birleştiler. Doğru yolu göstermekte,bilginlikte eşi olmayan Mevlânâ'nın huzurundan beni ayırmak,uzaklaştırmak,sonra da sevinmek istiyorlar.Bu sefer öylesine gideceğim ki hiç kimse benim nerede olduğumu bilmeyecek.Aramaktan herkez acze düşecek,kimse benden bir nişan bile bulamayacak.Böylece bir çok yıllar geçecek de kimse benim izimi tozumu göremeyecek.''İşte Sultan Veled'e böyle yakınan Şems,1247-1248 tarihinde Konya'dan aniden gidip kayboldu.Şems'in kaybolmasından sonra Mevlânâ herkezden onun haberini soruyordu.kim onun hakkında aslı esası olamayan bir haber bile verse ve Şems'i falan yerde gördüm dese bir müjde için sarığını ve hırkasını vererek şükranelerde bulunuyordu.Bir gün bir adam,Şems'i Şam'da gördüm diye bir haber verdi.Mevlânâ buna tarif edilemeyecek şekilde sevindi ve o adama üstünde nesi varsa bağışladı.Dostlarından birisi,bu haber yalandır,o Şems'i görmemiştir dediğinde Mevlânâ şu cevabı vermiştir.''Evet onun verdiği bu yalan haber üzerine üzerimde ne varsa verdim.Eğer,doğru haber verseydi,canımı bile verirdim.''

HAZRET-İ MEVLANA'NIN ŞEMS-İ TEBRİZİ HAZRETLERİNİ ARAMAK İÇİN ŞAM'A GİDİŞİ


Mevlana,Şems'i çok aradı,onun ayrılığı gönülleri yakan,sızlatan nice şiirler söyledi.Onu aramak için iki kere Şam'a gitti.Yine Şems'i bulamadı.Bu iki son seyehatin tarihleri kesin olarak bilinmemekle birlikte,büyük bir ihtimalle 1248-1250 yılları arasında olduğu söylenebilir.Sultan Veled'in ifadesiyle Mevlana,Şam'da sret bakımından Tebrizli Şems'i bulamadı ama,mana yönünden onu,kendisinde buldu.Ay gibi kendi varlığında beliren Şems'i,kendi gördü ve dediki:''Beden bakımından ondan ayrıyım ama,bedensiz ve cansız her ikimizde bir nuruz.Ey arayan kişi!İster onu gör,ister beni.O'yum O'da ben.''


(Karınca kitap evinin,türk klasikleri/öykü başlığı adı altında yayımlanan Mesneviden Seçmeler isimli kitabından alıntıdır.)


Allah dostu bu iki büyük zat, ayrı düşmüşlerdi... Hazreti Mevlana'nın Çıkan dedikodularla Konya'dan ayrılan
Hz. Şems'e yazdığı şiir;

ETME

Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme
Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme

Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme

Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme

Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme

Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme

Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme

Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme

Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme

Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme

Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun sen mavediyorsun etme

Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme

İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme


Mevlana Celaleddin Rumi









13 Haziran 2016 Pazartesi

SONSUZ AMOR 1 - NİSAN GİRDABI (BU, SADECE BİR BAŞLANGIÇ...)













SONSUZ AMOR 1 – NİSAN GİRDABI ♥ Kahramanlarımızı tanıyalım…

SONSUZ AMOR 1 – NİSAN GİRDABI

Kahramanlarımızı tanıyalım…

İyisiyle kötüsüyle kimleri okuyacağımızı kısaca bilelim:

EMİR: Tam kırk yaşında bakımlı, sportmen, espritüel, inanılmaz yakışıklı, esmer, uzun saçlı, rikkatli, şairane, inançlı, feleğin çemberinden geçmiş, emek vermesini ve sevmesini bilen bir beyefendi…
♥♥♥
YAREN: Kumral, beline dökülen su gibi saçları ve kahverengi, iri gözleriyle dikkat çeken 25 yaşında genç, güzel bir kız. Kıvrımlı vücuduna yakışanı bilen, hisli bir yüreğe sahip, dost ve akrabalık ilişkilerine bağlı özü sözü bir, fedakâr biri…
♥♥♥
ARİF: Bilgeliğiyle çevresine nam salmış, inançlı, namazlarını kaçırmayan, Emir’e manevî babalık yapan, Kırhan Çiftliğin sözü geçen yaşlı çınarı…
♥♥♥
NERİMAN: Arif’in kırk yıllık hayat arkadaşı; hiç çocuğu olmamış ama Emir’i öz oğlu gibi sevip kollamış, ona en iyisini pişirmek, yedirmek isteyen, ona kol kanat geren tatlı dilli, elleri nafta tutan bir ihtiyar…
♥♥♥
MÜMTAZ: Yaren’in amcası; akrabalık ilişkilerine önem veren, ölen kardeşi Nurkan’dan yadigâr kalan kızına kendi kızı gibi kol kanat geren, inanç sahibi, Mevleviliğe yönelmiş, tatlı yüzlü, neşeli bir adam…
♥♥♥
LEYLA: Yaren’in yengesi; yeşil gözleri her zaman güzel bakan, yüreğinde insan sevgisi, hoşgörüsü, mükemmel ev hanımlığı, hayat arkadaşlığı ve güzel yemekleriyle gönüllere taht kurmuş bir hanım…
♥♥♥
SALİHA-ZELİHA: Mümtaz ve Leyla’nın geç sahip oldukları on beş yaşındaki ikiz kızları. İkisi de esmer, babaları gibi kahverengi gözlü, beşaretli kızlar. Yaren’i öz ablaları gibi görüp seviyorlar. Eş zamanlı konuşmalarıyla çevrelerine renk katıyorlar…
♥♥♥
MELİKE: Yaren’den bir yaş büyük, onunla beraber büyümüş, onu kendinden bile çok seven, gözeten; kahverengi buklelere ve balköpüğü gözlere sahip, balıketli, boylu, anaç bir genç kız. Ayrıca Yaren’le zaman zaman yaptıkları eş zamanlı konuşmaları nedeniyle özellikle Hakan’ın diline “Senkronize Kardeşler” olarak düşmüşler…
♥♥♥
GÖKHAN: Yaren’le aynı yaşta, aynı sınıfta okumuş, ormanları kıskandıran gözleriyle dikkat çeken, orta boylu, normal bir vücuda sahip, yakışıklı; biraz ketum, duygularını kendine saklayan, fazla konuşmayan, karşılıksız bir aşka düşmüş; kardeşini daima sevip kollayan, onu her zaman kötülüklere karşı alıkoymaya çabalamış mükemmel bir ağabey. Çevreci ve milliyetçiliğinin yanı sıra kendini müziğe adamaya hazır, geleceğin ünlü gitaristi ve solisti…
♥♥♥
HAKAN: Gökhan’ın yegâne kardeşi; grubun en küçük üyesi. Henüz 23’ünde; fıldır fıldır ela gözlere sahip, çevresinde “zıpır” olarak adlandırılan, ince, uzun, sıska, şakacı, sevimli bir delikanlı. İyi özelliklerinin yanı sıra biraz da tehlikeli, zira paraya ve kâğıt oyunlarına karşı düşkün. Tıpkı ağabeyi gibi o da müzikle uğraşıyor…
♥♥♥
ŞİRİN: Yakamoz tatil Köyü’nün prensesi… 23’ünde; sarı kıvırcık saçlara, çimen gözlere sahip, ufak tefek, anne ve babasını dört yaşındayken yitirmiş; buna rağmen hayat dolu, şakacı, zıpır, muzip, bir o kadar da sevecen, hisli, duygusal ve cici bir genç kız. Amerika’da okuyor. İyi bir turizmci!
♥♥♥
MAZHAR: Antalya’nın en güzel yerinde, soyadıyla bütünleşmiş Etil Otel’i işleten, avukatlık mesleğini terk etmiş, eşinden boşanmış, entelektüel bir adam. Emir’in çok yakın bir arkadaşı. Orta boylu, hafif toplu, ela gözlü, içi dışı bir, oldukça yardımsever biri…
♥♥♥
MİRALAY: Emir’den bir yaş büyük, üniversiteli yıllarından kalma, hâlâ görüştüğü, Antalya’da müzik dükkânı işleten, gitar eğitimi veren; ideal boyda, ideal kiloda, kumral ve balköpüğü gözlere sahip çok güleç yüzlü, tatlı mı tatlı bir adam. Müge adında çok sevdiği bir eşi ve Mine adında beş yaşında bir kızı var. İkinci kızı Sahra ise yolda… Başkaca “Yakamoz Dörtlüsü” grubunun kurucusu…
♥♥♥
EKREM: Emir’in maziye gömmek zorunda kaldığı, üniversiteli yıllarından kalma ve dağılan Yakamoz Dörtlüsü adlı kurdukları büyük, müzik grubunun gitaristi. İstanbul’da psikolôg. Kırlarmış saçları, orta boyu, sevecen yaklaşımı, tatlı dili ve dostluğa çok önem veren biri…
♥♥♥
TOLGA: Emir’in üç kadim dostundan biri; dağılan Yakamoz Dörtlüsü’nün ikinci solisti ve bateristi. Gitar çalmak, onun için bir tutku. Geçmiş zamanlarda çevresine çapkınlığıyla nam salmış esmer, oldukça uzun boylu, yanık tenli, kahverengi, iri gözlere sahip, acayip esprili biri… Adının çok geçmesine rağmen, hikayede nerede ortaya çıkacağı belli olmayan, nerede yaşadığı, nasıl bir hayat sürdüğü bilinmeyen ve özlem duyulan eski bir dost. Ayrıca ilk görüşte Diana’ya âşık oluyor…
♥♥♥
DİANA-DİLARA: Otuzlu yaşlarda kumral, yeşil gözlü, hayat tecrübesi yüksek, dostane, sevimli Türkçesi ve sempatik tavırlarıyla kendini sevdiren bir İtalyan. Gitar çalmak en büyük tutkusu. Amerika’da yaşıyor, ayrıca Antalya’da tatil yapmaya bayılıyor. İlk görüşte Tolga’ya âşık oluyor…
♥♥♥
SULHİ: Yakamoz Tatil Köyü’nün üç resepsiyon memurundan biri. Geceleri resepsiyona bakıyor. 24 yaşında, çakır mavisi gözlere sahip yakışıklı, yapılı bir vücuda sahip; duygusal, inançlı bir genç. Hep polis olmayı hayal etmiş ama nasip olmamış. Daha ilk görüşte Melike’ye tutuluyor…
♥♥♥
CENK: Yakamoz Tatil Köyü’nün kara çocuğu; esmer, zayıf, kara gözlü, esprili, dostane ve Emir için bir kardeşten farksız. Plâjda bulunan Yakamoz Bar’a bakıyor, sonra havuz başındaki muhteşem bara geçecek. Mesai arkadaşı Sude’yle beraber çalışıyor. Yaren’e kardeşlik duygularıyla yaklaşan, ayrıca Emir’in görevlendirdiği gizli koruma…
♥♥♥
SUDE: Yakamoz tatil Köyü’nün 18 yaşındaki stajyeri. Ufak tefek, çekik ela gözlere sahip tatlı bir kız. Cenk’le beraber havuz başı barda çalışırken, Hakan’ı görüp ona âşık oluyor…
♥♥♥
ORÇUN: Yakamoz Tatil Köyü’nde, hem okuyup hem para kazanan gencecik bir delikanlı; gitar tutkunu, ayrıca Emir’in özel bahçıvanı…
TUNA: Yakamoz tatil Köyü’nün Personel Müdürü.
♥♥♥
AYVAZ: Resepsiyon şefi; temiz yüzlü, bakımlı genç bir adam.
♥♥♥
IRAZ: Personel şefi; oldukça ciddî görünümlü, sert konuşan bir adam.
♥♥♥
HÜDAYİ – AFİTAP KIRHAN: Emir’in aristokrat ebeveynleri. Emir, ailesi için Antalya yakınlarına bir hayrat çeşmesi yaptırmıştır…
♥♥♥
ŞEYMA - REFİK: Kırhan ailesinden, ölen iki özel insan…
♥♥♥
PERİYÂR: Yaren’in trafik kazasında kaybettiği annesi…
♥♥♥
NURKAN: Yaren’in trafik kazasında kaybettiği babası…
♥♥♥
YAĞIZ: Yaren’in canı, ciğeri, trafik kazasında kaybettiği, henüz 14’ünde ölen erkek kardeşi…
MELİSA: Açık kumral, ablak suratlı, mavi gözlere sahip, Tunuslu bir adamın terk ettiği eşi. Emir’in can düşmanı…
AGÂH: Esmer, kara kaşlı, kara gözlü, Tunuslu, can düşman…
FERDA: Orta boylu, ela gözlü, kısa saçlı bir genç kız. Agâh’ın sevgilisi. Paraya muhtaçlığı nedeniyle kötü işler yaptırılan bir genç kız. Ancak ruhu değişime müsait…
♥♥♥
BADE: Mazhar’ın eski eşi…
♥♥♥
İLHAM: İKİNCİ NİSAN GİRDABI’NDA ortaya çıkıyor. Zayıf, çıtkırıldım, orta boylu, küçük, yuvarlak hatlı bir yüze, yine küçük kahverengi gözlere sahip, şan bölümünde okuyan eşsiz sesiyle üne kavuşacak olan bir genç kız…
♥♥♥
FÜSUN: Kenan’ın büyük aşkı… Yaren’in Emir’e açıklayacağı, İKİNCİ NİSAN GİRDABI’NDA ortaya çıkan; orta boylu, Yaren’e olan benzerliğiyle dikkat çeken; ela gözlere, dalgalı saçlara sahip, şiirden hoşlanan, hikayenin gizemli kızı… En önemlisi, gerçek kimliği bu değil…
♥♥♥
KENAN: “Geçmiş Gelen Ölü Âşık”
Gökhan’ın en yakın arkadaşı. İri, ela gözlü, yapılı bir genç adam… Hikâyeye biranda damgasını vuracak olan Kenan, gizemini koruyacaktır… Müthiş finalin başkahraman adayı olmasının yanı sıra tıpkı Füsun gibi o da İKİNCİ NİSAN GİRDABI’NDA ortaya çıkıyor. En önemlisi, gerçek kimliği bu değil…


İYİ OKUMALAR…

SONSUZ AMOR 1 “NİSAN GİRDABI” (HİKÂYENİN BAŞKAHRAMANI ♥EMİR♥)

SONSUZ AMOR 1 “NİSAN GİRDABI” (EMİR…)

            26 Nisan’la başlayan bir serüvenden bahsedeceğim sizlere…
Emir’in serüveni…
26 Nisan öyle bir tarih ki iki insanın hayatını kökünden değiştiren, onları bir araya getiren ama yine ayıran, gizemli bir tarih…
            Nisan yağmurları meşhurdur, bilirsiniz. Hele bir de girdap oluşursa…
Ama Nisan yağmurları deyip geçmeyin, belki de kaderiniz, o tarihin içinden çıkıp gelecektir ya da sizi bir yerlerde bekliyordur, bilemezsiniz…
            Hayat, öyle sürprizlerle dolu ki her an kimlerle tanışacağımızı, neler yaşayacağımızı bilemeyiz…
Emir de bilmiyordu; New York Manhattan’dan Türkiye’ye, Antalya’ya dönerken kötü hava şartları nedeniyle İzmir’e, Adnan Menderes Havalimanı’na inmek zorunda kalacağını tahmin bile edemezdi. Ya da İzmir’in yakınlarında bulunan; doğup büyüdüğü, çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği, soyadıyla bütünleşmiş büyük Kırhan Çiftliği’ne giderken rastladığı bir mezarlıkta, üç taze mezarın başında ağlayan o hüzünlü kızın, aslında kaderi olduğunu da bilemezdi…
Hayat ne garip, değil mi?
Doğruyoruz, büyüyoruz, okuyoruz, bir gelecek sahibi olmaya çalışıyoruz, çabalıyoruz, âşık olmayı ve doğru insanın karşımıza çıkmasını umuyoruz, bekliyoruz… Belki de o kişi bir yerlerde karşımıza çıkıyor, ama bunu bilmiyoruz, fark etmiyoruz, görmüyoruz…
Emir de bilmiyordu; bilmeden o hüzünlü bakıp içlendi ve yanından geçip giderek Kırhan Çiftliğe ulaştı. Oraya vardığında, çevresine bilgeliğiyle nam salmış bilge Arif’in ona “kaderini” anlatacağını nereden bilebilirdi. Emir için 26 Nisan, sürprizlerle dolu bir yolculuk olacaktı…
26 Nisan… Nisan Girdabı… Birinci Nisan Girdabı…
Evet, ne Nisan yağmurları, ne uçağın İzmir’e inişi, ne Emir’in Antalya yolcuğunu ertelemesi ve İzmir’de kalarak doğup büyüdüğü çiftliğe gitmesi, ne yolda rastladığı o kız, ne de manevî babası olan bilge Arif’in ona söyledikleri rastlantıydı… Hikâyemize damgasını vuran o söz gibi: “Rastlantı diye bir şey yoktur, rastlantı sandıklarımız, aslında kaderimizi bir parçasıdır…”
Her şey sebepler dâhilinde gelişir;
26 Nisan günü havanın kötü olması Emir’in İzmir’de kalmasına sebep oldu, çiftliğe giderken arabasının mezarlığın yanında bozulması da Yaren’i görmesine sebep oldu. En önemlisi, çiftliğe gitmesi de bilge Arif’le konuşmasına, ondan kaderini öğrenmesine sebep oldu ve bilge Arif, ona hayatına girecek olan kızı anlattı ve onun oraya gelişinin asla basit tesadüflerden ibaret olmadığını vurguladı…
Ancak Emir’e öyle bir şey söylemişti ki; Emir için bu, inanılması güç ve heyecanın tavan yaptığı bir hakikatti; o da hayatına girecek olan kızdaki büyük işaret… Sadece onda var olan, onu diğer insanlardan ayıran müthiş bir özellikti bu ve Emir, kaderini o işaret sayesinde tanıyabilecekti…
Peki, tabii bilge Arif’in Emir’e söylemediği hakikatler de vardı; ne mi? Yaren’le ilgili gördüğü, onun tehlikede olduğunu gösteren bir işaret daha vardı. Peki ya bilge Arif, Emir’e bunu söyleyecek miydi, peki ya ne zaman? Ve Emir, bunu öğrendiğinde Yaren’i o tehlikeden koruyabilecek miydi? Yaren’i tehlikeye atan o hakikat ne idi ya da kimdi?
Emir için 26 Nisan, büyük bir serüvenin başlangıcıydı. Kapıldığı Nisan girdabı, ona hayatının aşkını getirecekti ama sonrası da vardı elbet. Zira bu, birinci Nisan Girdabıydı. Oysa Emir’in önünde bir girdap daha bulunuyordu…

İlk Nisan girdabında hayatının aşkını bulan Emir, ikinci Nisan girdabında onu gizemli bir şekilde yitirmenin şaşkınlığını yaşayacaktı. Ve bu, yepyeni bir serüvene yelken açması anlamını taşıyordu…

ŞİİR TADINDA “SONSUZ AMOR”

ŞİİR TADINDA “SONSUZ AMOR”

Evet; yazdığım, yazmakta olduğum serinin adıdır, SONSUZ AMOR
Amor…
Evrenselleşerek bütün dillere kendini kabul ettirmiş bir kelime…

Adını defalarca değiştirdiğim ve Nisan Girdabı adında nihai karar kıldığım ilk kitabımın basımı şerefine yazıyorum bunları…
Öncelikle kitaplardan, yazmaktan, okumaktan bahsedeceğim;
Aramızda yüz binlerce kitapseverin bulunduğu bir dünyada yaşıyoruz, milyonlarca demek isterdim ama diyemiyorum işte, çünkü yaşadıklarım bana şunu öğretti;
İnsanlar, fiyatları 10–15–20 arasında değişmeyen kitaplara verdikleri paraya acıyorlar, ama günde bir paket sigara alıp hem ceplerine hem sağlıklarına zarar verdiklerini göremiyorlar. Ve yahut onlarca, hatta yüzlerce lirayı hiçe sayarak alkollü içecek alıp birkaç dakikada bitirmeyi, yine onlarca liraya fal baktırmayı, israf olarak görmüyorlar…
Boşuna dememişler, “Haram, tatlı gelir…” Tabii haramı sevenlere…
Her şeye para var, ama KİTAP PAHALLI!
            En azından aralarında parasını doğru yere harcayanlar da var. Benim gibi emek vermeyi, üretmeyi seven zanaatçıların en mutlu olduğu gerçek, günümüzde o zanaata saygı duyan, onu anlamaya çalışan kişilerin var olduğunu bilmektir. Bir yazarı en mutlu eden ise günümüzde hâlâ kitabı seven, okuyan kitapseverlerin var olduğunu bilmektir ve ben, kitap okuyan insanlara âşığım, bilhassa gençlere…
Çünkü ben de bir kitap kurduyum. Elimde kitabım, uyuyakaldığım o gecelerimi düşünür kendi kendime gülümserim, ya da elime aldığım kitabı bitirmeden uyuyamadığım, sabahladığım o eski yılları…
Hem okuyup bitirmek istersiniz hem de bittiği için üzülürsünüz çünkü yazılan hikâye, sizi o kadar kendine bağlamıştır ki…
İşte okumanın cilvesi… J

Düşünün, okumak ne büyük bir keyif veriyor insana, ya bir de yazmak…

Ancak, şunu sormadan edemem?
Acaba okuduğumuz kitaplarda, yazarın bize vermek istediği mesajı sahiden alıyor muyuz?
Sonuçta hiçbir yazar ya da bir şair durduk yere yazmak istemez, ya da “nasılsa herkes yazıyor, ben de bir hikâye yazayım, benim de şiirlerim olsun” diyerek yazmaya başlamaz. Şahsen ben böyle düşünüyorum. Nitekim insanı kaleme kâğıda sardıran, onu hayaller âlemine sürükleyen, ona bir şeyler yazdıran sebepler olmadan kimse koskoca bir kitabı yazmayı göze almaz. Kolay değil çünkü burada beynin işlevinden bahsediyoruz. Yazar, ağır işçidir. Zira beynini, hayal gücünü, bilgisini kullanır, öğrendiklerini yazar, yazarken öğrenir…
Belki yaşayamadığı hayallerini kaleme alıyordur, belki hayat hikâyesinin herkes tarafından öğrenilmesini istiyordur, belki de eserler yazıp bunların beyaz perdeye aktarılmasını arzu ediyordur. Bu, herkese göre değişir. Ancak burada önemli bir ortak nokta vardır ki o da hiçbir eserin anlamsız ve niteliksiz olmadığıdır. Burada bir emek söz konusudur; bir hayal gücü, bir gerçeklik. Tıpkı benim romanımdaki gibi…
“Gerçekliğin hayaller ile beslenerek kurgulandığı seri: “SONSUZ AMOR”
Sonsuz Amor Serisi nasıl başladı, neden sadece bir kitap değil de koskoca bir seriye adım atıldı ve bu seride anlatılmak istenen ne? Acaba bu seri aynı kişiler, aynı karakterler ve onların hayatları üzerine mi kurulu, yoksa bu seride farklı hikâyeler mi anlatılıyor?
Bu seri bir şekilde başladı; Nisan Girdabı adı altında kaleme alındı, yazıldı, çizildi, genişletildi, daraltıldı, değiştirildi, üzerinden defalarca geçildi, anlam değişiklikleri yaşandı, hikâyenin akışı değişti, yeni düzenlemeler yapıldı, çok uzun olduğu için hayli kısalttırıldı. Anlam bozuklukları giderilmeye çalışıldı…
Bütün bunlardan ne anlıyoruz?
Her şeyden önce büyük bir emek, bir hayal gücü, gerçekliklerden alınmış ve hayal gücüyle beslenerek ortaya çıkarılmış bir eser…
Bu arada bahsetmeden edemeyeceğim, serinin ilk kitabı olan Nisan Girdabı’nın eski adı, aslında “Aşkı Öğreten Adam” idi…
Evet, yanlış duymadınız, kitabın eski adı “Aşkı Öğreten Adam” idi. Aşkı Öğreten Adam; hayatta tutunacak tek bir dalı dahi kalmadığını düşünen bir genç kızın (Yaren’in), bir gazel gibi savrularak dünyanın belki de en müthiş adamının (Emir’in) kucağına düştüğü romantik - komedi söz konusuydu. Büyük hataların yapıldığı, bu hata zincirlerinin devam ettirildiği, heyecanın tavan yaptığı, romantizm ve komedinin buluştuğu bir hikâyeydi, ama değiştirildi…
Nasıl mı?
Önceki hikâyeye göre yapılan yanlışlar, hatalar hafifletildi, hatalardan dersler alındı, ibretlik olaylara yer verildi; iyi ile kötünün, inançlı ile inançsız arasındaki fark verilmeye çalışıldı. En önemlisi de gerçek bir aşka, sevgiye değinildi; gerçek aşkın bir insana neler yaptırabileceği ki bu konuyu açmak o kadarda kolay da değil zira konuya bir başladık mı alır başını gider…
Devam edecek olursam, bir hatanın başka hatalara yol açtığı bir hikâye yerine, yapılan bu hatalardan ders çıkarılması, “topluma örnek olacak davranışlar sergilenmesi” gibi olumlu özellikler eklendi ve ortaya böyle bir eser çıktı. Altı kitaptan ilki olan “Nisan Girdabı”
Elbette ki bu başlangıcın bir de sonu var, bitmek bilmeyen bir sondan bahsediyorum burada, serili olduğu için…
Burada, (kitabı okuyanlar bilirler) ve bana diyebilirler ki; Yasemin, kader ağlarını ördü ve bu insanlar, yani bu karakterler bir şekilde bir araya geldiler, yaşadılar, güldüler, ağladılar, başlarından muhtelif olaylar geçti ama tüm bunların sonucunda kimseye bir şey olmadı ve mutlu bir sona gelindi. Buraya kadar tamam, ama… Peki, bu adam, yani başkahraman neden birden bire yalnız kaldı? Bu adamın eşine ne oldu, eşi ve çocukları nereye kayboldu, bunun nezdinde bu adamın akrabaları, dostları neden biranda sırra kadem bastılar? Velhasıl kelâm neden böyle bir son yazıldı?
Bunu birkaç cümleyle hülasa etmek istiyorum; öncelikle benim aklımda beş ayrı hikâye vardı; gördüklerim, yaşadıklarım, hayallerim, rüyalarım ve bana ilham veren müzikler…
Düşündüm ve nihaî karara vardım; bu beş hikâyeyi tek bir seride toplamak!
Bir hikâyeyi yazıp bitirirsiniz, olayı bir şekilde noktalarsınız. Sonra aklınızda başka hikâyeler varsa ve zamanınız da varsa onlara başlarsınız, ama bu, takdir edersiniz ki o kadar da kolay değil. Çünkü yeni bir hikâye yazmak demek; yeni karakterler oluşturmak, onlara yeni isimler vermek, yeni statüler, işler, huylar vermek demektir. Ama bu işi tek bir seride toplamak isterseniz, yani bunu amaçlarsanız işiniz daha kolay olacaktır. Nasıl mı? Çünkü karakterler bellidir, onların isimleri, hayat felsefeleri, huyları, suları, zevkleri, vs…
Hikâyede sadece küçük değişikler yaparsınız, belki ufak birkaç ayrıntıyı değiştirirsiniz, birkaç yeni karakter eklersiniz ki eklenen her yeni karakter (iyi olsun kötü olsun) hikâyeye mutlaka ayrı bir anlam kazandıracaktır…
Nisan Girdabı’nı okuyanlar bilirler, kitapta “Agâh” isimli kötü karakterin, Yaren’e ve Emir’e ettiği büyük kötülükler var, burada Agâh’a değinmemin nedeni şu; bu kötü karakter, “Aşkı Öğreten Adam” da yoktu, Nisan Girdabı’nda ortaya çıktı. Görüyorsunuz değil mi, koca bir hikâyeyi yazıp bitirdim, sonra o hikâye değişikliğe uğradı ve yepyeni bir karakter ortaya çıktı…
“Ben bir roman yazdım!” demek, bunları fiile dökmek hiç de kolay değil. Bir hikâyeye başlarken onu önce kafanızda yazıp bitirirsiniz; karakterleriniz bellidir, hikâyenin giriş-gelişme-sonuç bölümleri de bellidir…
Ancak yazmaya başladığınızda bir de bakmışsınız ki araya sizin bile tahmin edemediğiniz yeni karakterler girmiş ve olayın akışı farklılaşmış… Tamam, sonuç zaten bellidir ama sonuca giden yollar muhakkak değişikliğe uğrar. Bu, her zaman böyledir…
Altı kitaptan oluşacak olan Sonsuz Amor’un ilk eseri daha yeni çıktı, ama ben dördüncü kitaptayım, son iki kitap ise kafamda yazılı. Ömrüm yeterse hepsini yayınlatacağım, inşaAllah…
Burada şunu anlatmak istiyorum; yazdığım her eserin başı, sonu benim için bellidir ve asla değişmez ve ben bunu bölümlere ayırırım, hikâyeyi bölümlere bölerek bir oluş sırası çizerim. Bazen yazarken kendini öyle kaptırırım ki bitirmiş olduğum bölümü açıp okuduğum zaman şaşar kalırım. “Allah Allah!” derim kendi kendime, “ben mi bu hikâyeyi kontrol ediyorum, yoksa o mu beni kontrol ediyor?”
Gerçek şu ki özellikle “gelişme” bölümüne geldiğinizde bunu daha iyi anlıyorsunuz, hikâyeyi yazarken kontrol sizden çıkıyor ve sizin bile tahmin etmediğiniz kişiler biranda ekleniveriyor, hikâyenin akışı küçük değişimlere uğruyor ve gördükleriniz karşısında şaşakalıyorsunuz; “Bunu ben mi yazdım?” diye soruyorsunuz kendi kendinize? Ama bu, o kadar müthiş bir duygu ki ancak yaşayan bilir… J
Tabii bunlar bana göre yazarlığın cilveleri, yazarı mutlu eden ve onu yazmaya karşı şevklendiren olgular…
Evet, konuyu yeniden toparlamak gerekirse…
Tekrar Nisan Girdabı’na dönmek istiyorum; ben kendimce bir şeyler yazdım, vermek istediğim mesajlar elbette ki var, alan alır, almayan almaz çünkü insanlar birbirlerinden farklıdır, sen minik bir dörtlük yazar, okursun, bunu bin kişi okudu diyelim, emin olun ki ortaya bin farklı yorum çıkar. İnsanların algılayışları o kadar farklıdır ki bazı kimseler olayları yüzeysel geçerken bazıları ise derinlere inmeyi, okuduklarını özümsemeyi severler. Ben de öyleyim; derinlere dalmayı, olayları özümsemeyi severim. Her şeyden önce emeğe büyük saygı duyarım! Okuduğumu ya da okuduğum eserin yazarını, şairini sevmek zorunda değilim ama emeğine de asla saygısızlık etmem.  Ne anlatmak istemiş, anlamaya ve gerekirse onun ağzından dinlemeye çalışırım…
Unutmadan, burada değinmek istediğim önemli bir nokta var; o da kitabın arka kapağındaki yazı…
Kitabı okuyanlar arka kapaktaki sözün neden yazıldığını az çok tahmin ederler, ama burada açıklamak istediğim, benim için son derece mühim olan hassas bir nokta var. Buna şu şekilde açıklık getirmek istiyorum; kapak tasarımlarını, yerleşme şekillerini belirlerken arka kapakta aslında denizi gören çiçekli bir teras, terasta korkuluğa tutunmuş bir genç kız ve ona tutkuyla bakan bir adam ve şu sözlerin geçmesini istedim:
Gönlüme doğan GÜNEŞİM,
Yüreğime dolan YAĞMURUM,
Gönül göğümdeki YILDIZIM,
Yüzümü okşayan YAPRAĞIM,
Gönül sarayımdaki YARENAY’IM...
Seni her gün bıkma­dan, usanmadan; yeniden severek, özleyerek beklerim...
Ne harika, değil mi? Romantik, tutkulu, ezelî ve ebedî bir aşk, bir amor… Sonsuz Amor…
Üstelik bu söz, seriye damgasını vuran bir söz idi. Ama yayın koordinatörüm bana “sadelikten yana olduklarını, bunun olmayacağını,” söyledi. Ben de arka kapağı değiştirmeye karar verdim, bu kez seriye değil de finale damgasını vuracak bir fotoğraf seçmek suretiyle bir çöl fotoğrafı belirledim, üzerinde yine bir girdap ve şu sözler geçiyor:
Tarih kendini tekrarlayacak...
Bastığın her yer kana bulanacak...
Bir kadın bir erkek çocuk hayattan kopacak…

Aslında oldukça romantik, şiirsel, tutkulu ve gerçek bir aşkı anlattığım bir kitabın arka kapağında bu yazının olması, kitabı okumak isteyenlere şu soruyu sorduruyor: “Biz bu kitabın içeriğini bilmiyoruz, almak istiyoruz ama arka kapaktaki fotoğraf ve yazı bizi korkutuyor, acaba hikâye çok mu kanlı? Buyurun buradan yakın!
Bu soruyla karşılaşmak, bana bu yazıyı yazdırmaktaki en büyük etkenlerden biridir. Lütfen, beni ve eserlerimi takip edenler bu yazıyı dikkate alarak okusunlar ve beni dikkatle dinlesinler…
Nisan Girdabı’nın haricinde, önümüzde dört kitap var, final ile birlikte beş…
Evet, arka kapaktaki yazı gerçekten ürkütücü, ama gerçek…
Kitabın sonlarında geçen bir cümle ve kitabı okuyup bitirenler eminim ki kahramanlarımızın ayrılmasını, birbirlerinden kopmalarını ya da başlarına kanlı bir takım işler gelmesini istemezler. Bunu biliyorum, çünkü kitabı bitirip de bana “Bu nasıl bir hayal gücü, bu nasıl büyük bir aşk, müthiş…” karşılığını veriyorlar. Hayal gücümden ve anlattığım aşktan öyle etkilenmişler ki kitabım daha yeni çıkmasına rağmen bana ikinci kitabın ne zaman çıkacağını sormaya başladılar. Bu, pek tabii gurur verici, ama sabır da gerektiren bir durum; ikinci kitap elbette ki çıkacak ama ondan önce ilk kitabın büyük kitlere ulaşması gerekiyor. İyice tanınması, alınması ve okunması gerekiyor…
İnşaAllah…
İki kapak arasında farkı görebildiniz, değil mi?
Biri ne kadar romantik ise diğeri o kadar ürkütücü…
İnsanların endişe duyması ve kitabı satın alırken ikilemde kalması çok normal. Bu yüzden ben de kendi çabalarımla okuyuculara ulaşmaya çalışıyor, kitabı almaktan korkmamaları gerektiğini anlatan yazılar, fotoğraflar paylaşıyorum. Şundan eminim, insanların içsel rahatlaması, ancak ikinci kitap yayınlandıktan sonra mümkün olacak zira ikinci kitabın arka kapağındaki yazı, okuyucularımı daha büyük bir meraka sokarak onlara müthiş finali düşündürecek. İkinci kitabın arka kapağında yer alacak olan yazıda kahramanlarımızın aslında ölmeyeceği, sadece öldüklerinin sanıldığına dair minik bir yazı bulunacak…
Düşünün ki birini çok seviyorsunuz, yıllarınızı onunla geçiriyorsunuz ve öyle bir an geliyor ki onu kaybediyorsunuz. İşin kötü yanı ne eşinizi ne de aşkınızın meyvesi olan çocuğunuzu son yolculuklarına bile uğurlayamıyorsunuz, çünkü kayıplar…
Ama siz, onların öldüklerini sanıyorsunuz…
Peki ya sonrası?
Kafa karıştırıcı olduğunu biliyorum. Zaten benim amacım da bu; “Okuyucumun aklını almak…” J
Yazmak böyle bir şeydir işte…
Amaç; okuyucunun heyecanını, merakını daima zirvede tutmak, ona bu hikâyeyi sevdirmektir…
Gerçek aşkı öğrenmek istiyorsanız,
Sonsuz Amor’a başlayın…
Sonsuz Amor 1 “Nisan Girdabı”

Unutulmuş değerlerin yeniden hatırlanması duasıyla. Şimdilik hoşça kalın... ♥

Yasemin F. Kılıçaslan