İçerik: 1.Seyahat Fotoğrafları 2.Seyahat Notları 3. Sonsuz Amor Adlı Roman Serisi'ne ait Kitaplar 4. Kitaplar Hakkında Detaylı Bilgiler 5. Kitapta Yer Alan Kahramanlara Ait Tanıtımlar 6. Yazara Ait Şiirler 7. Yazara Ait Deneme Yazıları 8. Sinema Dünyası 9. Png Uzantılı Resimler 10. Gif Uzantılı Resimler 11. Art 12. Sağlık Notları 13. Bakım Tüyoları
13 Haziran 2016 Pazartesi
SONSUZ AMOR 1 – NİSAN GİRDABI ♥ Kahramanlarımızı tanıyalım…
SONSUZ AMOR 1 – NİSAN GİRDABI
Kahramanlarımızı tanıyalım…
İyisiyle kötüsüyle kimleri okuyacağımızı kısaca bilelim:
EMİR: Tam kırk yaşında bakımlı, sportmen, espritüel,
inanılmaz yakışıklı, esmer, uzun saçlı, rikkatli, şairane, inançlı, feleğin
çemberinden geçmiş, emek vermesini ve sevmesini bilen bir beyefendi…
♥♥♥
YAREN: Kumral, beline dökülen su gibi saçları ve kahverengi,
iri gözleriyle dikkat çeken 25 yaşında genç, güzel bir kız. Kıvrımlı vücuduna
yakışanı bilen, hisli bir yüreğe sahip, dost ve akrabalık ilişkilerine bağlı
özü sözü bir, fedakâr biri…
♥♥♥
ARİF: Bilgeliğiyle çevresine nam salmış, inançlı,
namazlarını kaçırmayan, Emir’e manevî babalık yapan, Kırhan Çiftliğin sözü
geçen yaşlı çınarı…
♥♥♥
NERİMAN: Arif’in kırk yıllık hayat arkadaşı; hiç çocuğu
olmamış ama Emir’i öz oğlu gibi sevip kollamış, ona en iyisini pişirmek,
yedirmek isteyen, ona kol kanat geren tatlı dilli, elleri nafta tutan bir
ihtiyar…
♥♥♥
MÜMTAZ: Yaren’in amcası; akrabalık ilişkilerine önem veren,
ölen kardeşi Nurkan’dan yadigâr kalan kızına kendi kızı gibi kol kanat geren,
inanç sahibi, Mevleviliğe yönelmiş, tatlı yüzlü, neşeli bir adam…
♥♥♥
LEYLA: Yaren’in yengesi; yeşil gözleri her zaman güzel
bakan, yüreğinde insan sevgisi, hoşgörüsü, mükemmel ev hanımlığı, hayat
arkadaşlığı ve güzel yemekleriyle gönüllere taht kurmuş bir hanım…
♥♥♥
SALİHA-ZELİHA: Mümtaz ve Leyla’nın geç sahip oldukları on
beş yaşındaki ikiz kızları. İkisi de esmer, babaları gibi kahverengi gözlü,
beşaretli kızlar. Yaren’i öz ablaları gibi görüp seviyorlar. Eş zamanlı
konuşmalarıyla çevrelerine renk katıyorlar…
♥♥♥
MELİKE: Yaren’den bir yaş büyük, onunla beraber büyümüş, onu
kendinden bile çok seven, gözeten; kahverengi buklelere ve balköpüğü gözlere
sahip, balıketli, boylu, anaç bir genç kız. Ayrıca Yaren’le zaman zaman
yaptıkları eş zamanlı konuşmaları nedeniyle özellikle Hakan’ın diline
“Senkronize Kardeşler” olarak düşmüşler…
♥♥♥
GÖKHAN: Yaren’le aynı yaşta, aynı sınıfta okumuş, ormanları
kıskandıran gözleriyle dikkat çeken, orta boylu, normal bir vücuda sahip,
yakışıklı; biraz ketum, duygularını kendine saklayan, fazla konuşmayan, karşılıksız
bir aşka düşmüş; kardeşini daima sevip kollayan, onu her zaman kötülüklere
karşı alıkoymaya çabalamış mükemmel bir ağabey. Çevreci ve milliyetçiliğinin
yanı sıra kendini müziğe adamaya hazır, geleceğin ünlü gitaristi ve solisti…
♥♥♥
HAKAN: Gökhan’ın yegâne kardeşi; grubun en küçük üyesi.
Henüz 23’ünde; fıldır fıldır ela gözlere sahip, çevresinde “zıpır” olarak
adlandırılan, ince, uzun, sıska, şakacı, sevimli bir delikanlı. İyi
özelliklerinin yanı sıra biraz da tehlikeli, zira paraya ve kâğıt oyunlarına
karşı düşkün. Tıpkı ağabeyi gibi o da müzikle uğraşıyor…
♥♥♥
ŞİRİN: Yakamoz tatil Köyü’nün prensesi… 23’ünde; sarı
kıvırcık saçlara, çimen gözlere sahip, ufak tefek, anne ve babasını dört
yaşındayken yitirmiş; buna rağmen hayat dolu, şakacı, zıpır, muzip, bir o kadar
da sevecen, hisli, duygusal ve cici bir genç kız. Amerika’da okuyor. İyi bir
turizmci!
♥♥♥
MAZHAR: Antalya’nın en güzel yerinde, soyadıyla bütünleşmiş
Etil Otel’i işleten, avukatlık mesleğini terk etmiş, eşinden boşanmış,
entelektüel bir adam. Emir’in çok yakın bir arkadaşı. Orta boylu, hafif toplu,
ela gözlü, içi dışı bir, oldukça yardımsever biri…
♥♥♥
MİRALAY: Emir’den bir yaş büyük, üniversiteli yıllarından kalma,
hâlâ görüştüğü, Antalya’da müzik dükkânı işleten, gitar eğitimi veren; ideal
boyda, ideal kiloda, kumral ve balköpüğü gözlere sahip çok güleç yüzlü, tatlı
mı tatlı bir adam. Müge adında çok sevdiği bir eşi ve Mine adında beş yaşında
bir kızı var. İkinci kızı Sahra ise yolda… Başkaca “Yakamoz Dörtlüsü” grubunun
kurucusu…
♥♥♥
EKREM: Emir’in maziye gömmek zorunda kaldığı, üniversiteli
yıllarından kalma ve dağılan Yakamoz Dörtlüsü adlı kurdukları büyük, müzik
grubunun gitaristi. İstanbul’da psikolôg. Kırlarmış saçları, orta boyu, sevecen
yaklaşımı, tatlı dili ve dostluğa çok önem veren biri…
♥♥♥
TOLGA: Emir’in üç kadim dostundan biri; dağılan Yakamoz
Dörtlüsü’nün ikinci solisti ve bateristi. Gitar çalmak, onun için bir tutku.
Geçmiş zamanlarda çevresine çapkınlığıyla nam salmış esmer, oldukça uzun boylu,
yanık tenli, kahverengi, iri gözlere sahip, acayip esprili biri… Adının çok
geçmesine rağmen, hikayede nerede ortaya çıkacağı belli olmayan, nerede
yaşadığı, nasıl bir hayat sürdüğü bilinmeyen ve özlem duyulan eski bir dost.
Ayrıca ilk görüşte Diana’ya âşık oluyor…
♥♥♥
DİANA-DİLARA: Otuzlu yaşlarda kumral, yeşil gözlü, hayat
tecrübesi yüksek, dostane, sevimli Türkçesi ve sempatik tavırlarıyla kendini
sevdiren bir İtalyan. Gitar çalmak en büyük tutkusu. Amerika’da yaşıyor, ayrıca
Antalya’da tatil yapmaya bayılıyor. İlk görüşte Tolga’ya âşık oluyor…
♥♥♥
SULHİ: Yakamoz Tatil Köyü’nün üç resepsiyon memurundan biri.
Geceleri resepsiyona bakıyor. 24 yaşında, çakır mavisi gözlere sahip yakışıklı,
yapılı bir vücuda sahip; duygusal, inançlı bir genç. Hep polis olmayı hayal
etmiş ama nasip olmamış. Daha ilk görüşte Melike’ye tutuluyor…
♥♥♥
CENK: Yakamoz Tatil Köyü’nün kara çocuğu; esmer, zayıf, kara
gözlü, esprili, dostane ve Emir için bir kardeşten farksız. Plâjda bulunan
Yakamoz Bar’a bakıyor, sonra havuz başındaki muhteşem bara geçecek. Mesai
arkadaşı Sude’yle beraber çalışıyor. Yaren’e kardeşlik duygularıyla yaklaşan,
ayrıca Emir’in görevlendirdiği gizli koruma…
♥♥♥
SUDE: Yakamoz tatil Köyü’nün 18 yaşındaki stajyeri. Ufak
tefek, çekik ela gözlere sahip tatlı bir kız. Cenk’le beraber havuz başı barda
çalışırken, Hakan’ı görüp ona âşık oluyor…
♥♥♥
ORÇUN: Yakamoz Tatil Köyü’nde, hem okuyup hem para kazanan
gencecik bir delikanlı; gitar tutkunu, ayrıca Emir’in özel bahçıvanı…
TUNA: Yakamoz tatil Köyü’nün Personel Müdürü.
♥♥♥
AYVAZ: Resepsiyon şefi; temiz yüzlü, bakımlı genç bir adam.
♥♥♥
IRAZ: Personel şefi; oldukça ciddî görünümlü, sert konuşan
bir adam.
♥♥♥
HÜDAYİ – AFİTAP KIRHAN: Emir’in aristokrat ebeveynleri. Emir,
ailesi için Antalya yakınlarına bir hayrat çeşmesi yaptırmıştır…
♥♥♥
ŞEYMA - REFİK: Kırhan ailesinden, ölen iki özel insan…
♥♥♥
PERİYÂR: Yaren’in trafik kazasında kaybettiği annesi…
♥♥♥
NURKAN: Yaren’in trafik kazasında kaybettiği babası…
♥♥♥
YAĞIZ: Yaren’in canı, ciğeri, trafik kazasında kaybettiği,
henüz 14’ünde ölen erkek kardeşi…
…
MELİSA: Açık kumral, ablak suratlı, mavi gözlere sahip,
Tunuslu bir adamın terk ettiği eşi. Emir’in can düşmanı…
…
AGÂH: Esmer, kara kaşlı, kara gözlü, Tunuslu, can düşman…
…
FERDA: Orta boylu, ela gözlü, kısa saçlı bir genç kız. Agâh’ın
sevgilisi. Paraya muhtaçlığı nedeniyle kötü işler yaptırılan bir genç kız.
Ancak ruhu değişime müsait…
♥♥♥
BADE: Mazhar’ın eski eşi…
♥♥♥
İLHAM: İKİNCİ NİSAN GİRDABI’NDA ortaya çıkıyor. Zayıf,
çıtkırıldım, orta boylu, küçük, yuvarlak hatlı bir yüze, yine küçük kahverengi
gözlere sahip, şan bölümünde okuyan eşsiz sesiyle üne kavuşacak olan bir genç
kız…
♥♥♥
FÜSUN: Kenan’ın büyük aşkı… Yaren’in Emir’e açıklayacağı, İKİNCİ
NİSAN GİRDABI’NDA ortaya çıkan; orta boylu, Yaren’e olan benzerliğiyle dikkat
çeken; ela gözlere, dalgalı saçlara sahip, şiirden hoşlanan, hikayenin gizemli
kızı… En önemlisi, gerçek kimliği bu değil…
♥♥♥
KENAN: “Geçmiş Gelen Ölü Âşık”
Gökhan’ın en yakın arkadaşı. İri, ela gözlü, yapılı bir genç
adam… Hikâyeye biranda damgasını vuracak olan Kenan, gizemini koruyacaktır… Müthiş
finalin başkahraman adayı olmasının yanı sıra tıpkı Füsun gibi o da İKİNCİ
NİSAN GİRDABI’NDA ortaya çıkıyor. En önemlisi, gerçek kimliği bu değil…
İYİ OKUMALAR…
SONSUZ AMOR 1 – NİSAN GİRDABI (HİKÂYENİN BAŞKAHRAMANI ♥YAREN♥)
SONSUZ AMOR 1 – NİSAN GİRDABI
(YAREN…)
Mükemmel
giden hayatınızın bir gecede değişeceğini söyleseler ne yapardınız?
Bir gecede annenizi,
babanızı, küçük erkek kardeşinizi kaybedeceğinizi, hayata tek başına devam
edeceğinizi düşünün…
Neler
hissederdiniz?
Koskoca
dünyada yapyalnız kaldınız ama hayata bir şekilde devam etmeniz gerekiyor çünkü
hayat, size aldırmadan devam ediyor…
Peki,
kaybettikleriniz belli, ama ya kazandıklarınız?
Kolay
değil elbet anayı, babayı, kardeşi toprağa vermek, ama…
Sizi
çok seven bir amcanız, yengeniz, kuzenleriniz ve birlikte doğup büyüdüğünüz
dostlarınız var… Hem de en hakikisinden, kötü gün dostları…
İşte
size Yaren’in hikâyesi…
Yaren
kim mi?
Emir’in
SONSUZ AMOR’U,
Melike,
Gökhan ve Hakan’ın can dostu…
Mümtaz’ın
biricik yeğeni…
Ölen
Yağız’ın canı, ablası…
Bir
gecede hayatı değişen, ailesini yitiren bir genç kız…
Onları,
26 Nisan günü acılar içerisinde toprağa vermesi…
Geçirdiği
büyük buhranı atlatmasına yardımcı olan akraba ve dostları…
Dostlarının
onu mutlu edebilmek için onu İzmir’den alıp Antalya’ya götürmek istemeleri,
dört can dostun birlikte tatile çıkmaları ve büyük serüvenin başlaması…
Antalya
yakınlarında, YAKAMOZ ADASI adı verilen yarım adaya inşa edilmiş büyük,
ihtişamlı YAKAMOZ TATİL KÖYÜ’NÜN yakışıklı sahibi, EMİR KIRHAN…
Ailesini
kaybetmesiyle hayatı kökünden değişen Yaren’i ne gibi bir serüven bekliyor?
İzmir’den
kalkıp Antalya’ya gittiğinde neler yaşayacak, neler görecek, neler yapacak?
SONSUZ
AMOR 1 – NİSAN GİRDABI
Gerçek
aşkın ve dostluğun hikâyesi…
Gerçekliklerden
yola çıkılarak yazılmış, hayallerle beslenmiş ve inanılmaz ayrıntılarla
kurgulanmış bir eser…
Ardından
beş eser daha gelecek ve toplamda 6 esere ulaşılacaktır…
Aşka
âşık olmak istiyorsanız, SONSUZ AMOR’A başlayın…
Size
garanti veriyorum; AKLINIZI ALACAĞIM! ;)
Tıpkı
kitabın son sözü gibi:
“Bu, daha bir başlangıç!”
SONSUZ AMOR 1 “NİSAN GİRDABI” (HİKÂYENİN BAŞKAHRAMANI ♥EMİR♥)
SONSUZ AMOR 1 “NİSAN GİRDABI”
(EMİR…)
26 Nisan’la başlayan bir serüvenden
bahsedeceğim sizlere…
Emir’in serüveni…
26 Nisan öyle bir tarih ki iki insanın hayatını
kökünden değiştiren, onları bir araya getiren ama yine ayıran, gizemli bir tarih…
Nisan yağmurları meşhurdur,
bilirsiniz. Hele bir de girdap oluşursa…
Ama Nisan yağmurları deyip geçmeyin, belki de
kaderiniz, o tarihin içinden çıkıp gelecektir ya da sizi bir yerlerde
bekliyordur, bilemezsiniz…
Hayat, öyle sürprizlerle dolu ki her
an kimlerle tanışacağımızı, neler yaşayacağımızı bilemeyiz…
Emir de bilmiyordu; New York Manhattan’dan Türkiye’ye,
Antalya’ya dönerken kötü hava şartları nedeniyle İzmir’e, Adnan Menderes
Havalimanı’na inmek zorunda kalacağını tahmin bile edemezdi. Ya da İzmir’in
yakınlarında bulunan; doğup büyüdüğü, çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği,
soyadıyla bütünleşmiş büyük Kırhan Çiftliği’ne giderken rastladığı bir
mezarlıkta, üç taze mezarın başında ağlayan o hüzünlü kızın, aslında kaderi
olduğunu da bilemezdi…
Hayat ne garip, değil mi?
Doğruyoruz, büyüyoruz, okuyoruz, bir gelecek sahibi
olmaya çalışıyoruz, çabalıyoruz, âşık olmayı ve doğru insanın karşımıza
çıkmasını umuyoruz, bekliyoruz… Belki de o kişi bir yerlerde karşımıza çıkıyor,
ama bunu bilmiyoruz, fark etmiyoruz, görmüyoruz…
Emir de bilmiyordu; bilmeden o hüzünlü bakıp içlendi
ve yanından geçip giderek Kırhan Çiftliğe ulaştı. Oraya vardığında, çevresine
bilgeliğiyle nam salmış bilge Arif’in ona “kaderini” anlatacağını nereden
bilebilirdi. Emir için 26 Nisan, sürprizlerle dolu bir yolculuk olacaktı…
26 Nisan… Nisan Girdabı… Birinci Nisan Girdabı…
Evet, ne Nisan yağmurları, ne uçağın İzmir’e inişi, ne
Emir’in Antalya yolcuğunu ertelemesi ve İzmir’de kalarak doğup büyüdüğü
çiftliğe gitmesi, ne yolda rastladığı o kız, ne de manevî babası olan bilge
Arif’in ona söyledikleri rastlantıydı… Hikâyemize damgasını vuran o söz gibi:
“Rastlantı diye bir şey yoktur, rastlantı sandıklarımız, aslında kaderimizi bir
parçasıdır…”
Her şey sebepler dâhilinde gelişir;
26 Nisan günü havanın kötü olması Emir’in İzmir’de
kalmasına sebep oldu, çiftliğe giderken arabasının mezarlığın yanında bozulması
da Yaren’i görmesine sebep oldu. En önemlisi, çiftliğe gitmesi de bilge Arif’le
konuşmasına, ondan kaderini öğrenmesine sebep oldu ve bilge Arif, ona hayatına
girecek olan kızı anlattı ve onun oraya gelişinin asla basit tesadüflerden
ibaret olmadığını vurguladı…
Ancak Emir’e öyle bir şey söylemişti ki; Emir için bu,
inanılması güç ve heyecanın tavan yaptığı bir hakikatti; o da hayatına girecek
olan kızdaki büyük işaret… Sadece onda var olan, onu diğer insanlardan ayıran müthiş
bir özellikti bu ve Emir, kaderini o işaret sayesinde tanıyabilecekti…
Peki, tabii bilge Arif’in Emir’e söylemediği
hakikatler de vardı; ne mi? Yaren’le ilgili gördüğü, onun tehlikede olduğunu
gösteren bir işaret daha vardı. Peki ya bilge Arif, Emir’e bunu söyleyecek
miydi, peki ya ne zaman? Ve Emir, bunu öğrendiğinde Yaren’i o tehlikeden
koruyabilecek miydi? Yaren’i tehlikeye atan o hakikat ne idi ya da kimdi?
Emir için 26 Nisan, büyük bir serüvenin başlangıcıydı.
Kapıldığı Nisan girdabı, ona hayatının aşkını getirecekti ama sonrası da vardı
elbet. Zira bu, birinci Nisan Girdabıydı. Oysa Emir’in önünde bir girdap daha
bulunuyordu…
İlk Nisan girdabında hayatının aşkını bulan Emir,
ikinci Nisan girdabında onu gizemli bir şekilde yitirmenin şaşkınlığını
yaşayacaktı. Ve bu, yepyeni bir serüvene yelken açması anlamını taşıyordu…
ŞİİR TADINDA “SONSUZ AMOR”
ŞİİR TADINDA “SONSUZ AMOR”
Evet; yazdığım, yazmakta olduğum serinin adıdır, SONSUZ
AMOR
Amor…
Evrenselleşerek bütün dillere kendini kabul ettirmiş
bir kelime…
Adını
defalarca değiştirdiğim ve Nisan Girdabı adında nihai karar kıldığım ilk
kitabımın basımı şerefine yazıyorum bunları…
Öncelikle kitaplardan, yazmaktan, okumaktan
bahsedeceğim;
Aramızda
yüz binlerce kitapseverin bulunduğu bir dünyada yaşıyoruz, milyonlarca demek
isterdim ama diyemiyorum işte, çünkü yaşadıklarım bana şunu öğretti;
İnsanlar,
fiyatları 10–15–20 arasında değişmeyen kitaplara verdikleri paraya acıyorlar,
ama günde bir paket sigara alıp hem ceplerine hem sağlıklarına zarar
verdiklerini göremiyorlar. Ve yahut onlarca, hatta yüzlerce lirayı hiçe sayarak
alkollü içecek alıp birkaç dakikada bitirmeyi, yine onlarca liraya fal
baktırmayı, israf olarak görmüyorlar…
Boşuna
dememişler, “Haram, tatlı gelir…” Tabii haramı sevenlere…
Her
şeye para var, ama KİTAP PAHALLI!
En azından aralarında parasını doğru
yere harcayanlar da var. Benim gibi emek vermeyi, üretmeyi seven zanaatçıların
en mutlu olduğu gerçek, günümüzde o zanaata saygı duyan, onu anlamaya çalışan
kişilerin var olduğunu bilmektir. Bir yazarı en mutlu eden ise günümüzde hâlâ
kitabı seven, okuyan kitapseverlerin var olduğunu bilmektir ve ben, kitap
okuyan insanlara âşığım, bilhassa gençlere…
Çünkü ben de bir kitap kurduyum. Elimde kitabım,
uyuyakaldığım o gecelerimi düşünür kendi kendime gülümserim, ya da elime
aldığım kitabı bitirmeden uyuyamadığım, sabahladığım o eski yılları…
Hem okuyup bitirmek istersiniz hem de bittiği için
üzülürsünüz çünkü yazılan hikâye, sizi o kadar kendine bağlamıştır ki…
İşte okumanın cilvesi… J
Düşünün, okumak ne büyük bir keyif veriyor insana, ya
bir de yazmak…
Ancak, şunu sormadan edemem?
Acaba okuduğumuz kitaplarda, yazarın bize vermek
istediği mesajı sahiden alıyor muyuz?
Sonuçta
hiçbir yazar ya da bir şair durduk yere yazmak istemez, ya da “nasılsa herkes
yazıyor, ben de bir hikâye yazayım, benim de şiirlerim olsun” diyerek yazmaya
başlamaz. Şahsen ben böyle düşünüyorum. Nitekim insanı kaleme kâğıda sardıran,
onu hayaller âlemine sürükleyen, ona bir şeyler yazdıran sebepler olmadan kimse
koskoca bir kitabı yazmayı göze almaz. Kolay değil çünkü burada beynin
işlevinden bahsediyoruz. Yazar, ağır işçidir. Zira beynini, hayal gücünü,
bilgisini kullanır, öğrendiklerini yazar, yazarken öğrenir…
Belki yaşayamadığı hayallerini kaleme alıyordur, belki
hayat hikâyesinin herkes tarafından öğrenilmesini istiyordur, belki de eserler
yazıp bunların beyaz perdeye aktarılmasını arzu ediyordur. Bu, herkese göre
değişir. Ancak burada önemli bir ortak nokta vardır ki o da hiçbir eserin
anlamsız ve niteliksiz olmadığıdır. Burada bir emek söz konusudur; bir hayal
gücü, bir gerçeklik. Tıpkı benim romanımdaki gibi…
“Gerçekliğin hayaller ile beslenerek kurgulandığı
seri: “SONSUZ AMOR”
Sonsuz Amor Serisi nasıl başladı, neden sadece bir
kitap değil de koskoca bir seriye adım atıldı ve bu seride anlatılmak istenen
ne? Acaba bu seri aynı kişiler, aynı karakterler ve onların hayatları üzerine
mi kurulu, yoksa bu seride farklı hikâyeler mi anlatılıyor?
Bu seri bir şekilde başladı; Nisan Girdabı adı altında
kaleme alındı, yazıldı, çizildi, genişletildi, daraltıldı, değiştirildi,
üzerinden defalarca geçildi, anlam değişiklikleri yaşandı, hikâyenin akışı
değişti, yeni düzenlemeler yapıldı, çok uzun olduğu için hayli kısalttırıldı.
Anlam bozuklukları giderilmeye çalışıldı…
Bütün bunlardan ne anlıyoruz?
Her şeyden önce büyük bir emek, bir hayal gücü,
gerçekliklerden alınmış ve hayal gücüyle beslenerek ortaya çıkarılmış bir eser…
Bu arada bahsetmeden edemeyeceğim, serinin ilk kitabı
olan Nisan Girdabı’nın eski adı, aslında “Aşkı Öğreten Adam” idi…
Evet, yanlış duymadınız, kitabın eski adı “Aşkı
Öğreten Adam” idi. Aşkı Öğreten Adam; hayatta tutunacak tek bir dalı dahi
kalmadığını düşünen bir genç kızın (Yaren’in), bir gazel gibi savrularak dünyanın
belki de en müthiş adamının (Emir’in) kucağına düştüğü romantik - komedi söz
konusuydu. Büyük hataların yapıldığı, bu hata zincirlerinin devam ettirildiği,
heyecanın tavan yaptığı, romantizm ve komedinin buluştuğu bir hikâyeydi, ama
değiştirildi…
Nasıl mı?
Önceki hikâyeye göre yapılan yanlışlar, hatalar
hafifletildi, hatalardan dersler alındı, ibretlik olaylara yer verildi; iyi ile
kötünün, inançlı ile inançsız arasındaki fark verilmeye çalışıldı. En önemlisi
de gerçek bir aşka, sevgiye değinildi; gerçek aşkın bir insana neler
yaptırabileceği ki bu konuyu açmak o kadarda kolay da değil zira konuya bir
başladık mı alır başını gider…
Devam edecek olursam, bir hatanın başka hatalara yol
açtığı bir hikâye yerine, yapılan bu hatalardan ders çıkarılması, “topluma
örnek olacak davranışlar sergilenmesi” gibi olumlu özellikler eklendi ve ortaya
böyle bir eser çıktı. Altı kitaptan ilki olan “Nisan Girdabı”
Elbette ki bu başlangıcın bir de sonu var, bitmek
bilmeyen bir sondan bahsediyorum burada, serili olduğu için…
Burada, (kitabı okuyanlar bilirler) ve bana
diyebilirler ki; Yasemin, kader ağlarını ördü ve bu insanlar, yani bu
karakterler bir şekilde bir araya geldiler, yaşadılar, güldüler, ağladılar,
başlarından muhtelif olaylar geçti ama tüm bunların sonucunda kimseye bir şey
olmadı ve mutlu bir sona gelindi. Buraya kadar tamam, ama… Peki, bu adam, yani
başkahraman neden birden bire yalnız kaldı? Bu adamın eşine ne oldu, eşi ve
çocukları nereye kayboldu, bunun nezdinde bu adamın akrabaları, dostları neden
biranda sırra kadem bastılar? Velhasıl kelâm neden böyle bir son yazıldı?
Bunu birkaç cümleyle hülasa etmek istiyorum; öncelikle
benim aklımda beş ayrı hikâye vardı; gördüklerim, yaşadıklarım, hayallerim,
rüyalarım ve bana ilham veren müzikler…
Düşündüm ve nihaî karara vardım; bu beş hikâyeyi tek
bir seride toplamak!
Bir hikâyeyi yazıp bitirirsiniz, olayı bir şekilde
noktalarsınız. Sonra aklınızda başka hikâyeler varsa ve zamanınız da varsa
onlara başlarsınız, ama bu, takdir edersiniz ki o kadar da kolay değil. Çünkü
yeni bir hikâye yazmak demek; yeni karakterler oluşturmak, onlara yeni isimler
vermek, yeni statüler, işler, huylar vermek demektir. Ama bu işi tek bir seride
toplamak isterseniz, yani bunu amaçlarsanız işiniz daha kolay olacaktır. Nasıl
mı? Çünkü karakterler bellidir, onların isimleri, hayat felsefeleri, huyları, suları,
zevkleri, vs…
Hikâyede sadece küçük değişikler yaparsınız, belki
ufak birkaç ayrıntıyı değiştirirsiniz, birkaç yeni karakter eklersiniz ki
eklenen her yeni karakter (iyi olsun kötü olsun) hikâyeye mutlaka ayrı bir
anlam kazandıracaktır…
Nisan Girdabı’nı okuyanlar bilirler, kitapta “Agâh”
isimli kötü karakterin, Yaren’e ve Emir’e ettiği büyük kötülükler var, burada
Agâh’a değinmemin nedeni şu; bu kötü karakter, “Aşkı Öğreten Adam” da yoktu,
Nisan Girdabı’nda ortaya çıktı. Görüyorsunuz değil mi, koca bir hikâyeyi yazıp
bitirdim, sonra o hikâye değişikliğe uğradı ve yepyeni bir karakter ortaya
çıktı…
“Ben bir roman yazdım!” demek, bunları fiile dökmek
hiç de kolay değil. Bir hikâyeye başlarken onu önce kafanızda yazıp bitirirsiniz;
karakterleriniz bellidir, hikâyenin giriş-gelişme-sonuç bölümleri de bellidir…
Ancak yazmaya başladığınızda bir de bakmışsınız ki
araya sizin bile tahmin edemediğiniz yeni karakterler girmiş ve olayın akışı
farklılaşmış… Tamam, sonuç zaten bellidir ama sonuca giden yollar muhakkak değişikliğe
uğrar. Bu, her zaman böyledir…
Altı kitaptan oluşacak olan Sonsuz Amor’un ilk eseri daha
yeni çıktı, ama ben dördüncü kitaptayım, son iki kitap ise kafamda yazılı.
Ömrüm yeterse hepsini yayınlatacağım, inşaAllah…
Burada şunu anlatmak istiyorum; yazdığım her eserin
başı, sonu benim için bellidir ve asla değişmez ve ben bunu bölümlere ayırırım,
hikâyeyi bölümlere bölerek bir oluş sırası çizerim. Bazen yazarken kendini öyle
kaptırırım ki bitirmiş olduğum bölümü açıp okuduğum zaman şaşar kalırım. “Allah
Allah!” derim kendi kendime, “ben mi bu hikâyeyi kontrol ediyorum, yoksa o mu
beni kontrol ediyor?”
Gerçek şu ki özellikle “gelişme” bölümüne geldiğinizde
bunu daha iyi anlıyorsunuz, hikâyeyi yazarken kontrol sizden çıkıyor ve sizin
bile tahmin etmediğiniz kişiler biranda ekleniveriyor, hikâyenin akışı küçük
değişimlere uğruyor ve gördükleriniz karşısında şaşakalıyorsunuz; “Bunu ben mi
yazdım?” diye soruyorsunuz kendi kendinize? Ama bu, o kadar müthiş bir duygu ki
ancak yaşayan bilir… J
Tabii bunlar bana göre yazarlığın cilveleri, yazarı
mutlu eden ve onu yazmaya karşı şevklendiren olgular…
Evet, konuyu yeniden toparlamak gerekirse…
Tekrar Nisan Girdabı’na dönmek istiyorum; ben kendimce
bir şeyler yazdım, vermek istediğim mesajlar elbette ki var, alan alır, almayan
almaz çünkü insanlar birbirlerinden farklıdır, sen minik bir dörtlük yazar,
okursun, bunu bin kişi okudu diyelim, emin olun ki ortaya bin farklı yorum
çıkar. İnsanların algılayışları o kadar farklıdır ki bazı kimseler olayları
yüzeysel geçerken bazıları ise derinlere inmeyi, okuduklarını özümsemeyi severler.
Ben de öyleyim; derinlere dalmayı, olayları özümsemeyi severim. Her şeyden önce
emeğe büyük saygı duyarım! Okuduğumu ya da okuduğum eserin yazarını, şairini
sevmek zorunda değilim ama emeğine de asla saygısızlık etmem. Ne anlatmak istemiş, anlamaya ve gerekirse
onun ağzından dinlemeye çalışırım…
Unutmadan, burada değinmek istediğim önemli bir nokta
var; o da kitabın arka kapağındaki yazı…
Kitabı okuyanlar arka kapaktaki sözün neden
yazıldığını az çok tahmin ederler, ama burada açıklamak istediğim, benim için
son derece mühim olan hassas bir nokta var. Buna şu şekilde açıklık getirmek
istiyorum; kapak tasarımlarını, yerleşme şekillerini belirlerken arka kapakta aslında
denizi gören çiçekli bir teras, terasta korkuluğa tutunmuş bir genç kız ve ona tutkuyla
bakan bir adam ve şu sözlerin geçmesini istedim:
Gönlüme doğan
GÜNEŞİM,
Yüreğime dolan
YAĞMURUM,
Gönül
göğümdeki YILDIZIM,
Yüzümü okşayan
YAPRAĞIM,
Gönül
sarayımdaki YARENAY’IM...
Seni her gün
bıkmadan, usanmadan; yeniden severek, özleyerek beklerim...
Ne harika, değil mi? Romantik, tutkulu,
ezelî ve ebedî bir aşk, bir amor… Sonsuz Amor…
Üstelik bu söz, seriye damgasını vuran bir
söz idi. Ama yayın koordinatörüm bana “sadelikten yana olduklarını, bunun
olmayacağını,” söyledi. Ben de arka kapağı değiştirmeye karar verdim, bu kez
seriye değil de finale damgasını vuracak bir fotoğraf seçmek suretiyle bir çöl
fotoğrafı belirledim, üzerinde yine bir girdap ve şu sözler geçiyor:
Tarih kendini tekrarlayacak...
Bastığın her yer kana bulanacak...
Bir kadın bir erkek çocuk hayattan kopacak…
Aslında oldukça romantik, şiirsel,
tutkulu ve gerçek bir aşkı anlattığım bir kitabın arka kapağında bu yazının
olması, kitabı okumak isteyenlere şu soruyu sorduruyor: “Biz bu kitabın
içeriğini bilmiyoruz, almak istiyoruz ama arka kapaktaki fotoğraf ve yazı bizi
korkutuyor, acaba hikâye çok mu kanlı? Buyurun buradan yakın!
Bu soruyla karşılaşmak, bana bu yazıyı
yazdırmaktaki en büyük etkenlerden biridir. Lütfen, beni ve eserlerimi takip
edenler bu yazıyı dikkate alarak okusunlar ve beni dikkatle dinlesinler…
Nisan Girdabı’nın haricinde, önümüzde
dört kitap var, final ile birlikte beş…
Evet, arka kapaktaki yazı gerçekten
ürkütücü, ama gerçek…
Kitabın sonlarında geçen bir cümle ve
kitabı okuyup bitirenler eminim ki kahramanlarımızın ayrılmasını, birbirlerinden
kopmalarını ya da başlarına kanlı bir takım işler gelmesini istemezler. Bunu
biliyorum, çünkü kitabı bitirip de bana “Bu nasıl bir hayal gücü, bu nasıl
büyük bir aşk, müthiş…” karşılığını veriyorlar. Hayal gücümden ve anlattığım
aşktan öyle etkilenmişler ki kitabım daha yeni çıkmasına rağmen bana ikinci
kitabın ne zaman çıkacağını sormaya başladılar. Bu, pek tabii gurur verici, ama
sabır da gerektiren bir durum; ikinci kitap elbette ki çıkacak ama ondan önce
ilk kitabın büyük kitlere ulaşması gerekiyor. İyice tanınması, alınması ve
okunması gerekiyor…
İnşaAllah…
İki kapak arasında farkı görebildiniz,
değil mi?
Biri ne kadar romantik ise diğeri o
kadar ürkütücü…
İnsanların endişe duyması ve kitabı
satın alırken ikilemde kalması çok normal. Bu yüzden ben de kendi çabalarımla
okuyuculara ulaşmaya çalışıyor, kitabı almaktan korkmamaları gerektiğini
anlatan yazılar, fotoğraflar paylaşıyorum. Şundan eminim, insanların içsel
rahatlaması, ancak ikinci kitap yayınlandıktan sonra mümkün olacak zira ikinci
kitabın arka kapağındaki yazı, okuyucularımı daha büyük bir meraka sokarak
onlara müthiş finali düşündürecek. İkinci kitabın arka kapağında yer alacak
olan yazıda kahramanlarımızın aslında ölmeyeceği, sadece öldüklerinin
sanıldığına dair minik bir yazı bulunacak…
Düşünün ki birini çok seviyorsunuz,
yıllarınızı onunla geçiriyorsunuz ve öyle bir an geliyor ki onu
kaybediyorsunuz. İşin kötü yanı ne eşinizi ne de aşkınızın meyvesi olan
çocuğunuzu son yolculuklarına bile uğurlayamıyorsunuz, çünkü kayıplar…
Ama siz, onların öldüklerini
sanıyorsunuz…
Peki ya sonrası?
Kafa karıştırıcı olduğunu biliyorum.
Zaten benim amacım da bu; “Okuyucumun aklını almak…” J
Yazmak böyle bir şeydir işte…
Amaç; okuyucunun heyecanını, merakını
daima zirvede tutmak, ona bu hikâyeyi sevdirmektir…
Gerçek aşkı öğrenmek istiyorsanız,
Sonsuz Amor’a başlayın…
Sonsuz Amor 1 “Nisan Girdabı”
Unutulmuş değerlerin yeniden
hatırlanması duasıyla. Şimdilik hoşça kalın... ♥
Yasemin F. Kılıçaslan
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)